15 Şubat 2016 Pazartesi

KİM YAZMIŞ BU SÖZLERİ



Seneler sürer her günüm,
Yalnız gitmekten yorgunum;
Zannetme sana dargınım,
Ben gene sana vurgunum.

Başkalarına gülsem de,
Senden uzağa kalsam da,
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum.

Birçok defa işitmiştim bu dizeleri. Biliyordum bu şarkıyı. Bu ülkede doğup büyümüş çoğu insan gibi. Ama günlerden bir gün, bu dizeleri gerçek anlamda duyacağımı, sanki ilk kez benim ağzımdan dökülüyorlarmış gibi içimden çıkacaklarını bilmiyordum. Tıpkı bu dizelerin aslında Sabahattin Ali’nin bir şiirine ait olduğunu bilmediğim gibi. Bu şiirdeki gibi çaresizce ama inadına sevmem, yalnızlıktan yorulmam ama yine de bir kişiye bel bağlamam gerekiyormuş onunla tanışmam için sanki.

Öyle bir günde tanıştım Sabahattin Ali ile. Bundan altı-yedi yıl kadar önce. ‘Kim yazmış bu sözleri?’ diye bakma ihtiyacı hissettikten hemen sonra. Edepsizlik etmek istemem ama bunlar elbet ahım şahım sözler değildi. Öyle ya, ne sözler, ne şiirler vardı bu dünyada. Ama yine de farklı olan bir şey vardı. ‘Gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur.’ derler ya hani, demek gök kubbe altında yaşanmamış duygu da yoktu; ki söz dediklerimiz de yaşadıklarımızın bize hissettirdiklerinin içsel bir simya ile dışa vurulması, görünür kılınması değil miydi? Öyleydi elbet, yoksa benden yıllarca önce yaşamış birinin, kendi kelimeleriyle benim duygularımı, benim içimden çıkarıp dudaklarımdan dökebilmesinin daha başka nasıl bir izahı olabilirdi ki?

Yıllar sonra ise garip bir tesadüf ilişti gözüme. 25 Şubat’ta doğmuştu o da. İnanmazdım böyle safsatalara. Ama insanız ya işte, bayılıyor enteresan bağlantılar kurmaya, büyülü örüntüler yaratmaya. Hemen kapılmadım elbet, ayak diremeye de bayılıyordu insan böyle durumlarda. Öyle ya, bir şarkının sözleri kadar bestesi de önemliydi, insanı yakalamada. Ona da baktım. Ali Kocatepe, 25 Şubat. Aklım çelinmeye başlamıştı artık. Araştırdım Sabahattin Ali’yi, eserlerini okudum kısmen. Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan, Kuyucaklı Yusuf...

Okudukça ürperdim kitaptaki karakterlerden. Kötü şeyler düşündükleri, söyledikleri ya da hissettikleri, korkutucu kararlar aldıkları ya da korkutucu eylemlerde bulundukları için değil - kaldı ki kötücül karakterler de değillerdi. İnsana dair psikolojik çözümlemelerinin, düşündüklerinin neredeyse aynılarını ben de düşündüğüm için, söylediklerinin aynılarını ben de söylediğim için, hissettiklerinin aynılarını ben de hissettiğim için, kararlarımın ve eylemlerimin onlarla ne denli yakın olduğunu gördüğüm için ürperdim. Ve söz konusu yakınlığı, bu karakterlerin birbirlerine ne kadar zıt olduklarını görmeme rağmen sağladığımı görünce de korktum. İşin komik tarafı, o korkuları da yine o karakterlerin birbirlerinin korkularını yok ettikleri çözümlemelerle, gerçeği yüze çarpan sözleriyle yok ettim, tıpkı kimi zaman kendi korkularımı kendi sözlerimle anlamsızlaştırıp yok ettiğim gibi. Mesela bu benzerliklerden dolayı acaba bende çoklu kişilik bozukluğu mu, yoksa başka bir psikolojik rahatsızlık mı var diye kaygılandım bir ara, sonra,
Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi…’ satırlarıyla karşılaştım. Kimi zaman da korkularımı yok ettiğim sözlerimin, gönlümü eylemekten başka bir anlamı olmadığını fark ettim. Tıpkı, yirmi dokuzuma birkaç ay kala, otuza yaklaştığımı fakat hayatta hiçbir şey yapmadığımı düşünerek hayıflandığım, utandığım, üzüldüğüm ancak kötü bir şey yapmadığımı düşünerek kendimi avuttuğum zamanlarda, ‘Otuza yaklaşmaktayım… Bugüne kadar ne yaptığımı düşündüm. Bir sıfırdan başka netice alamadım. Hayatta hiçbir şey yapmış olmamak gibi korkunç ve utandırıcı bir şey var mı? Son zamanlara kadar ‘Fena bir şey yapmıyorum ya!’ der ve kendimi temize çıkarmaya çalışırdım. Fakat hadiseler gösterdi ki, fena olmayışım tesadüf eseriymiş, fırsat düşmemiş, zaruret olmamış. Nitekim hayatın ilk çelmesinde yuvarlanıverdim. İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir. Bende bu fena cevher fazla miktarda mevcutmuş. Belki herkeste var… Fakat insan olan onu söküp atmasını, yahut boğmasını biliyor… Dokunmadan bırakmak, bir gün başını kaldırmasına meydan vermek olur…’ cümleleriyle karşılaşmam gibi. Bunlar gibi daha onlarca örnek yazabilirim. Yazının başındaki ‘Eskisi Gibi’ adlı şiirini gerçekten hissedebilmeme neden olan kadını ilk gördüğümde düşündüklerimin, hissettiklerimin, Raif Efendi’nin Maria Puder’in otoportresini gördüğü zaman düşündükleriyle, hissettikleriyle ve ilk defa bir ruhu olduğunu öğrenmesiyle olan benzerliği gibi.

Aşka, sevgiye, iyiye ve kötüye, insan olarak sahip olduğumuz acziyete ve ihtişama bakış açılarımızın benzerliği, beni gerçekten çok etkilemişti. Elbette tüm insanlar benzer şeyler yaşar; benzer arzular ve korkular, benzer sorular ve cevaplar... Zannederler ki, herkes aynı dünyada bambaşka bir hikayeye sahiptir. Oysa ki hikayeler aynı, farklı olan ise dünyalardır. Ama sanki bazılarının dünyaları da, aynı olmasa bile benzer olamaz, bu yakınlık da ordan doğamaz mıydı? Sabahattin Ali’nin yarattığı dünyalarda kendimi bulmam belki de biraz bu yüzdendi. Oradan devam ettim ben de. Hayat hikayesini okudum. Çocukluğunu, gençliğini, yaşadığı sıkıntılı günleri, insana ve hayata dair hakikatleri korkmadan söyleme, mazlum Anadolu insanının yanında olma mücadelelerini... Belki de hakikate olan tutkusuydu onu Aziz Nesin’le dost kılan. Ve ‘Bir Orman Hikayesi’ isimli öyküsünü, Nazım hikmet’in övgü dolu sözlerle okurlara sunmasının nedeniydi, yerini mazlumlardan yana seçmesi.

Anladım ki dünyalarımız pek de hatta hiç de aynı değildi onunla ama dünyalarımızda yaşadığımız hikayelere bakış açımız benzerdi. Elbette bu durumu belirtmekteki amacım kendime örtülü bir paye biçme midesizliği değil. Ve bu yazıya Sabahattin Ali’yi anlatmak üzere başlasam da daha çok kendimi ön plana çıkardığım gibi bir hava sezinlenebilir. Ancak vicdanen rahatım. Kanımca tüm gerçek edebiyatçıların istediği de zaten budur; insanın kendini, duygularını, düşüncelerini tanıması, bilmesi, birey olarak kendine hakkını vermesi, ki bu şekilde o insan, yaşadığı topluma ve insanlığa faydalı olabilsin. Sabahattin Ali, ondan bahsetmeye çalıştığım bu yazıda, en az kendisi kadar kendimden de bahsetmeme neden olmuş bir edebiyatçıdır benim için. Ve ilk kez benim ağzımdan dökülürmüşçesine içimden çıkan o sözlerin sahibidir.