6 Aralık 2015 Pazar

REKABET








Eve sevinç içinde koşarak gitmiştim. Asansörsüz apartmanımızın 4. katındaki dairemize varmak için ufak adımlarıma ve neden o kadar ağır olduğuna hala bir anlam veremediğim sırt çantama rağmen, basamakları ikişer ikişer çıktığımı hala hatırlıyorum. Ufak bir burukluk da vardı içimde ama mutluydum.

Kapıyı annem açmıştı. Muhtemelen bendeki coşkuyu fark edip ne olduğunu sordu. Yok bir şey diyip geçiştirdim. Çünkü mutluluğumun nedenini açıklamak için babamın işten gelmesini bekliyordum.

Sofradaydık. Yemeklerimizi yerken babama o gün, sınıfta okuma yarışması yapıldığını ve 1 dakika içinde 34 kelime okuyarak 2. olduğumu, büyük bir mutlulukla söyledim. Çünkü babamın bu durumdan memnun olacağını ve sevineceğini  bekliyordum. Ancak durum beklediğim gibi olmadı.

Yüzü ekşidi. Çekinerek anlatmaya devam ettim. ‘Çağdaş benden 2 kelime fazla okudu, iki kelimeyle kaçırdım 1. liği.’ dedim tedirgin bir tebessümle. Babamın ekşiyen yüzü, yerini nefret dolu bakışların yer aldığı bir hale büründü. Ardından elindeki kaşığı sofraya fırlatıp ‘ Hüh gerizekalı, bir de ikinci oldum diye seviniyo, beyin damarlarını sikeyim senin gibi evladın. Ne eksiğin var senin İsmail’in oğlundan (İsmail, babamın işyerindeki arkadaşı ve Çağdaş’nın babası). Çalışmazsan ikinci olursun tabi, bi bok olmaz senden. Bütün gece televizyon izle anca sen pezevenk.’ dedi.

Bu sözleri duyunca ağlamaya başladım. Ardından sofradan kalkarak odadan dışarı çıktım. Okul çantamı alıp tüm gücümle odanın camına fırlattım. Cam aşağıya indi ve ardından bağırarak babama küfürler yağdırmaya başladım. ‘Anasını siktiğimin orospu çocuğuuu! Nolmuş 2. olduysam! Aferin diceğine kızıyo. 2 kelimeyle kaybettim hem. Allah belasını versin senin gibi babanın, geçmişini sikeyim. Ananı, avradını, soyunu, sopunu, yedi sülaleni sikeyim! ’ O esnada annem beni uzaklaştırmaya çalışırken buzlu camdaki boşlukta abimin, yerinden kalkıp küfürlerle bana doğru gelmeye çalışan babamı zapt etmeye çalıştığını gördüğümü hatırlıyorum.

Söylediğimi yazdığım küfürler 7 yaşındaki bir ilkokul 1. sınıf öğrencisi için size biraz abartılı gelebilir. Ancak sizi temin ederim, eksiği yoktur fazlası vardır. Çünkü içinde doğup yaşadığım evde kavgasız bir gün yoktu. Ve belirli mesajların kodlanarak bir kanal aracılığıyla bir kaynaktan bir alıcıya aktarılması süreci olarak tanımlanan iletişim sürecinin bizim evdeki versiyonunda, kodlama kısımlarını ağır ve galiz küfür ve hakaretlerle yapmak olmazsa olmazdı.

O akşam yaşadıklarımdan mı, yoksa hatırlamadığım ancak buna benzer bir çok etkenden dolayı mı, kesin bir şey söylemek mümkün değil ancak sonrasında, bırakın yarışmaları, en basitleri dahil, sorumluluk almam gereken her durum, her iş benim için büyük bir kaygı ve bunalım nedeni oldu. Belki de takıntılı biri olmama neden olan durum da buydu. Bu durum, mükemmeliyetçi biri olmama neden olsa da aşırı hırslı ve çok çalışkan bir yapım olmadığından, bu mükemmeliyetçilik beni, kusursuz ve güzel işler yapan birinden ziyade, karşısına çıkan her şeyi öteleyen biri  haline getirdi. Öyle ki neredeyse 30 yaşındayım ve halen üniversiteden mezun olmaya çalışıyorum. Tahmin edersiniz ki rekabetten tiksinen biri haline dönüşmüştüm.

Üstelik öyle veya böyle dünya denen bu yerin her alanında rekabet vardı. Annemle babam arasındaki haklı olma, benim dediğim olacak, bu evi ben geçindiriyorum ve yerine göre benim çocuklarım senin çocukların rekabeti. Babamın düzenli olarak gittiği meyhanedeki en çok ben içerim ve bana bir şey olmaz rekabeti. Yıllar sonra farkına vardığım ve o güne dek aklımın ucundan dahi geçmeyen kardeşler arasındaki rekabet. Okuldaki, sokaktaki, dersteki, oyundaki rekabet. Aç kalmamak, barınmak, tedavi olmak, hayatta kalmak için rekabet. Para, prestij, güç için, gereksiz olsa da her şeyi satın almak, tüketmek için rekabet. Yeniye ve güzele sahip olmak için rekabet. Belki de en acısı aşk için, sevdiğin kadınla birlikte olabilmek için rekabet.

Ben de bu dünyada yaşadığımdan ve rekabeti olumsuz tarafından tanıyarak saydığım gereklilikleri yerine getirmek zorunda olduğumdan, uzun yıllar boyunca bu rekabeti görmemi engelleyecek maddelerden medet umdum, farkında olmadan. Ve onların eşliğinde ağır aksak ilerlerken bir yandan da çokça düşündüm, izledim, gözlemledim ve elimden geldiğince de okudum.

Yıllar sonra, terapiye gittiğim günlerden birinde, geçmiş çözümlemesi esnasında bu olayı anlatmıştım ve üzerine konuşmuştuk. O günün gecesinde ise bir rüya görmüştüm.  Rüyamda evin salonunda yalnızdım. Alacakaranlıktı. Birden evin pencereleri hızla açıldı ve şiddetli  bir rüzgar odanın her yerini darmadağın etti.  Bu sırada koltukta büzüşmüştüm. Bakışlarımsa yerdeydi ve odada dolanan bir ruhun gölgesini görüyordum. Sonra rüzgar durdu. Başımı kaldırdığımda karşımdaki koltukta elindeki kağıda bir şeyler yazmakta olan Atatürk’ü gördüm. ‘Sen ölmedin mi?’ diye sordum. ‘Evet’ dedi. Peki buraya nasıl geldin? Cennette misin, yoksa cehennemde mi ? diye sordum. Bana, Cehenneme gidemeyecek kadar iyi olan ve cennete gidebilecek kadar iyi olmayan insanların gönderildiği başka bir yerde olduğunu söyledi. Bir yandan da yazmaya devam ediyordu.  O an yazdıklarında ismimin geçtiğini fark ettim. Okumaya devam edince, beni öven, ne kadar kabiliyetli, zeki ve her işin üstesinden gelebilecek azim ve kararlılıkta olduğumu söyleyen ve takdirat ve tebrikatımı buraya kayd ile mübahiyim diye sonlanan satırlarla karşılaştım. Çok şaşırmıştım ve ‘O kişi ben miyim? diye sordum. O da benim şaşırmamı garipseyerek ‘Neden şaşırıyorsun çocuk, bunları baban da biliyor, sana söylemedi mi?’ diye karşılık verdi ve gülümsedi. Sonra ben de gülümsedim. Ardından benzer şiddette fakat bu kez korkunun aksine huzur veren rüzgarlar eşliğinde gözden kayboldu. Uyandığımda ise kendimi iyi hissediyordum.

Daha sonra okuduğum bir kitaptan öğrendim ki psikanaliz sürecindeki kişi, analizin gerçekliğine ikna olduğu ve kendisini, çocukluğundan kalma kompleksinden kurtarmaya başladığı zaman, bu tip sağaltıcı ve ilerletici düşler görürmüş.

Anlaşılan o ki bilinçaltımda, sözüne en çok itimat edilecek kişi sembolü Atatürk’müş. Bir sembolden ibaret olsa da kendisine minnettarım, çünkü çocukluğumun o akşamında yaşadıklarımla oluşan çatlağı, beni öven sözcüklerle kapattı ve bu sözcükleri aslında babamın da bildiğini yani bir anlamda babamın da aslında kendisiyle hemfikir olduğunu söyleyerek en azından o akşama dair tüm izleri ortadan kaldırdı.

Rekabete yönelik bakış açım ise artık eskisi kadar katı değil, olumlu taraflarını gün geçtikçe keşfediyorum hatta zaman zaman bundan keyif aldığımı bile söyleyebilirim. Çünkü artık kendimden başka bir rekabet unsuru görmüyorum. Çünkü artık kendimin dışında herhangi bir unsur görmüyorum. Artık tek rekabetim kendimle. O da varoluşla hemhal olma adınadır.

Uzun lafın kısası, burada ne dışarısı diye bir yer vardır ne de senden bir başkası!

4 Kasım 2015 Çarşamba

ALTIN



Varoluş, dünyamızı temel maddelerden oluşan zenginliklere boğmuştur. Bu temel maddeler elementlerdir. Çevremizde bulunan her şey, elementlerin kombinasyonlarından oluşur. Bu kombinasyonlardan yaklaşık 25 tanesi, yaşam için vazgeçilmez kabul edilmektedir ve 90’dan fazla element bulunmaktadır. Bunların en hafifi hidrojen, en ağırı ise uranyumdur. Ve altın da bu elementlerden biridir.

Latince Aurum yani ışıldayan, parlayan anlamına gelen altın, kimyada Au sembolü ile gösterilen yumuşak, parlak sarı renkte kimyasal bir elementtir. Altının parlak sarı rengi, asitlere karşı dayanıklılığı, doğada serbest halde bulunabilmesi ve kolay işlenebilmesi gibi özellikleri, insanların ilk çağlardan beri ilgisini çekmiştir. Parlak sarı rengi ve ışıltısıyla göz alan çok ağır bir metaldir. Üstelik kolay kolay havadan ve sudan etkilenmez. Bu yüzden hiçbir zaman paslanmaz, kararmaz ve donuklaşmaz. Bir başka özelliği de saf haldeyken çok yumuşak olmasıdır, bu nedenle kolayca dövülerek biçimlendirilebilir.

Peki, böylesine değerli özelliklere sahip altın nasıl oluşur? Bu süreci, en basit elementlerin oluşumundan başlayarak anlatmak gerekiyor. Bir elementin ortaya çıkması, inanılmaz derecede büyük bir enerji gerektirmektedir. Bir güneşin yani yıldızın çekirdeğindeki hidrojen füzyonu helyumu yaratır. Füzyonun, yani iki hafif elementin nükleer reaksiyonlar sonucu birleşerek daha ağır bir element oluşturması durumunun gerçekleşmesi için yıldızın merkezindeki yüksek sıcaklık gereklidir. Bu sıcaklıklarda, hidrojen çekirdekleri büyük bir hızla her yöne saçılır. Birbirleriyle çarpışır ve sonunda birleşirler. Helyum, bu şekilde oluşur.

Yıldız yaşlanırken büyük bir değişim meydana gelir ve yıldızın merkezinde bulunan hidrojen bütünüyle helyuma dönüşür. Sıcaklık arttıkça yıldız, bir genişleme safhasına girer ve ‘Kırmızı Dev’ denen şeye dönüşür. Böyle bir durum gerçekleştiğinde, helyum birleşmeye ve yeni elementler oluşmaya başlar. Karbon elementi meydana gelir. Süreç devam eder ve helyum, oksijeni yaratmak için karbonla birleşir.

Sonunda yıldız o kadar şişer ki bu evrede yıldızın kütlesi, yıldızın bütün kalabilmesi için yetersiz hale gelir. Yıldız, patlar ve ölür. İnanılmaz miktarlarda element taşıyan gaz ve tozlar uzaya salınır. Kırmızı devler, atom kütlesi oksijene eşit ya da daha düşük elementler üretirler fakat altın gibi ağır elementlerin üretimi için gereken sıcaklığa yani enerjiye sahip değildirler. Bu ağır elementlerin bir kısmının üretimi, ancak bir kırmızı devin patlaması yani bir süpernova gerçekleşmesi esnasında ortaya çıkan enerjiyle mümkündür. Bu esnada, 50 milyon dereceye yakın bir sıcaklık ortaya çıkar ve demir, silisyum, kalsiyum vb. daha ağır elementler oluşur. Ancak altın elementinin oluşması için yıldız patlamalarında ortaya çıkan enerjiden çok daha fazlasına ihtiyaç vardır.

Süpernova patlaması, yıldızın merkezini sıkıştırarak nötron yıldızı denen yıldızı doğurur. Bu yıldızlar yaklaşık 10 kilometrelik çaplara sahip, çok küçük yıldızlardır ancak o kadar yoğundurlar ki tek bir kaşık madde, bir milyar ton ağırlığındadır. Bu sıkışma ve yoğunluk artışını ise şöyle açıklayabiliriz. Bildiğiniz gibi bir atom, merkezinde proton ve nötron taneciklerinden oluşan bir çekirdek ve onun etrafında dönen elektronlardan oluşur. Çekirdek ve etrafındaki elektronların arası boştur. Bu boşluğu daha anlaşılır hale getirmek gerekirse. Bir stadyumun ortasındaki bir meyve sineğini atomun çekirdeği olarak kabul edersek elektronlar bu stadın etrafında dönüyor olurdu. Yani atom dediğimiz şey büyük oranda boşluktan başka bir şey değildir ve bu boşluk atomun yüzde 99.9999999’unu kapsar. İşte, söz konusu süpernovanın, yıldızın merkezini sıkıştırması, atomlardaki bu boşluğun büyük oranda ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Nötron yıldızları da bu nedenle bu kadar ağırdır.

Tüm bu süreci anlatma nedenime sonunda geldik. Altının oluşumu için yeterli sıcaklıklar ancak az önce bahsettiğimiz nötron yıldızlarının birbirleriyle çarpışması sonucu ortaya çıkar. Çarpışma noktasındaki sıcaklık, trilyon dereceye yakındır.

Gündelik hayatımızda kullandığımız altının, milyarlarca yıl önce, iki nötron yıldızının çarpışmasıyla meydana gelen böylesine şiddetli patlamalar sonucu oluşması oldukça ilginçtir. Çünkü nötron yıldızlarının çarpışması çok zor ve pek az rastlanan bir olaydır. Oluşumunun bu kadar az olmasından dolayı yerkürede çok az altın bulunur. Öyle ki bu durum, National Geographic dergisinin Ocak 2009 sayısında "Tüm tarih boyunca sadece 161.000 ton altın çıkarıldı, bu miktar iki olimpik havuzu doldurmaya ancak yetiyor." şeklinde ifade edilmiştir.

İşte akıllara durgunluk veren böylesine zorlu, ihtişamlı ve mucizevi süreçler sonunda oluşan altın, yazının başında da belirttiğim gibi ona değer katan tüm özellikleriyle, tarih boyunca en kıymetli metallerden sayılmış, insanlık hikayesinin en önemli parçalarından biri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. 

Öyle ki insanlık, zenginliğin ve gücün simgesi olan altın uğruna nice savaşlar ve büyük katliamlar yaşamış ve yaşatmıştır. Bununla birlikte aynı insanlık mutluluk, zenginlik ve huzur içinde özgür ve kavgasız yaşadığı geçmiş bir dönemi anlatırken ya da geleceğe yönelik, insanların üst düzey bir bilince ulaştığı, toplumsal bir yapıyı, bir ütopyayı anlatmak için Altın Çağ tabirini uygun görmüştür.

Altın, birçok medeniyetin gelişmesine, birçoğunun da son bulmasına neden olmuştur. Tarihte bilinen kayıtlara göre ilk olarak Mısır hükümdarları zamanında MÖ 3200 yıllarında, darphanelerde eşit boyda çubuklar halinde çekilerek para olarak kullanılmıştır. Peru'da MÖ 2000 yılına ait altın ziynet eşyaları kalıntılarına rastlanmış olup, Amerika kıtasındaki Aztekler ve İnkaların da altına tutkun oldukları bilinmektedir. MÖ 550 yıllarında Lidya Kralı Krezos, altını para olarak bastırmış ve altının para olarak basılması ile de ticaret artmıştır. Şehirler zenginleşmiş ve dünya yeni bir refah dönemine girmiştir. İnsanlar altının ticarette sağladığı zenginlikten dolayı çok uzun mesafeleri kat ederek ticari faaliyetlerde bulunmuşlardır. Altına olan bu tutku, okyanuslar aştırmış, coğrafi keşiflerin yaşanmasına neden olmuş, bu durum da maddi olduğu kadar -yaşanan etkileşim sonucu- kültürel bir zenginleşmeye de neden olmuş, insanlığın bilim, sanat ve teknolojide daha ileri gitmesini sağlamıştır. Ve ilginçtir ki insanoğlu bilim, sanat, spor vb. dallardaki en yüksek başarıyı elde eden kişi ve kurumları ödüllendirmek için de altını tercih etmiştir. Örneğin, bir sporcunun en büyük hayali, olimpiyatlarda altın madalya kazanmaktır. Bir yönetmenin en önemli başarısı ise Altın Küre, Altın Palmiye ya da Altın Ayı gibi sinema ödüllerden birine sahip olabilmesidir. Dünyanın en önemli bilim ödülü Nobel’i kazanan bilim adamlarına altın bir madalya hediye edilir.

Matematik ve sanatta, bir bütünün parçaları arasında gözlemlenen ve uyum açısından en yetkin boyutları verdiği sanılan geometrik ve sayısal bir oran bağıntısına, Altın Oran adı verilmiştir. Bugün dahi görüldüğünde hayranlık uyandıran Eski Mısır ve Yunanlılara ait eserler bu oranla yapılmıştır. Rönesans sanatçıları Altın Oran'ı tablolarında ve heykellerinde denge ve güzelliği elde etmek amacıyla sıklıkla kullanmışlardır.

Türk kültüründe de altın önemli bir yere sahiptir. Yeni doğan bebeklere, sünnet olan çocuklara ve evlenen çiftlere altın takılır. Kişiler için büyük anlamlar içeren, adeta hayatlarının dönüm noktaları olan bu gibi değerli günlerde altın hediye etme geleneği, tarihi boyunca Türk kültüründe önemli bir yere sahip olmuştur ve günümüzde de kentli-köylü, zengin-fakir, eğitimli-eğitimsiz gibi ayrımlar olmadan toplumun tüm kesimleri için önemini sürdürmektedir . .

Neredeyse tüm mitolojik kültürlerde, altınla alakalı hikayeler bulunmaktadır. Yunan mitolojisinde zenginliği ve iktidarı sembolize eden postun adı Altın Post’tur. Yunan mitolojisinden bilinen bir örnek vermek gerekirse. Şarap tanrısı Dionisos'un yoldaşı Satiros, Frigya'yı gezerken Midas'ın gül bahçesinde uyuyakalmış. Satiros'u bulup, on gün on gece sarayında ağırlayan Midas'ın konukseverliğinden etkilenen Dionisos, kralın bir dileğini gerçekleştireceğini söylemiş. Kral Midas da her dokunduğunun altına dönüşmesini ve böylece daha zengin olmayı istemiş. Ancak yemek için dokunduğu yiyecekler, içecekler ve ünlü gül bahçesi bile altına dönüşünce, kral Dionisos'dan bu uğursuz gücü geri almasını istemiş. Midas'ın durumuna acıyan tanrı Dionisos, krala, Paktalos Irmağı'nda yıkanmasını söylemiş. Bu ırmakta yıkanan Midas, her tuttuğunun altına dönüşmesinden kurtulmuştur.

Görüldüğü gibi altın, fark edildiği andan günümüze dek insanlık tarihinin akışını değiştiren -olumlu ya da olumsuz- pek çok etkiye yol açmıştır. Bana göre, sadece bir madde olan altının, değişmez ışıltısıyla yüzyıllardır insanların tutkularını böylesine derinden körükleyerek onları harekete geçirmede, acı ve hüzünlerinde, coşku ve mutluluklarında, bilimsel keşifler, sanatsal yaratılar ve kültürel gelişmelerinde böylesine etkin bir role sahip olması son derece şaşırtıcı ve ilgi çekicidir. Belki de bu durum, altının, yazının ilk bölümlerinde bahsettiğim inanılmaz zorlu, ihtişamlı hatta olasılıksız gibi görünen o süreçler sonunda oluşuyor olmasından kaynaklanmakta. Ancak asıl şaşırtıcı ve ilginç, asıl düşündürücü ve büyüleyici nokta ise bizim bu oluşum sürecinden birkaç on yıla dek habersiz olmamıza rağmen ona, binlerce yıldır bu olağanüstülükleri bilircesine bir değer atfetmemizdir.

Kim bilir, belki her şey bir planın parçası ve biz farkında olmadan bu oyundaki rollerimizin gereğini, varoluşun taşıdığı anlamın değerini bilmeden yerine getirmeye çalışıyoruz. Fakat bilmeliyiz, bu bizim ödevimiz. Çünkü varoluşun ve kapsadığı her şeyin ayrı bir değeri var ve bu değeri şeylere katan da şeylerin yapısından ziyade oluşumlarındaki güçlükler, düşük ihtimaller, imkansızlıklar, çatışmalar, nefretler, yenilgiler, ölümler, yitip gitmeler ve tüm bunlara rağmen dirilmek, ayağa kalkmak, çabalamak, umut etmek, uzlaşmak, sevmek ve en önemlisi de her şeye rağmen devam etmektir.

Ve unutmayalım ki gezegenimiz ve ev sahipliği yaptığı -muhteşem çeşitliliğe ve renk cümbüşüne sahip- tüm canlılar, inanılmaz süreçler sonunda oluştuğunu defalarca kez vurguladığım elementlerin milyarlarca yılda bir araya gelmesi ve hayat bulmasıyla oluşmuştur. Vücudumuz, uranyum ve altın da dahil olmak üzere, dünya üzerinde bulunan 90 ayrı elementi de barındırmaktadır. Elementlerin nasıl oluştuğunu açıklayabiliyor olsak da hayat denen mucizenin ne olduğu ve nasıl oluştuğu konusu hala gizemini korumaktadır.

Tüm bunların sonunda ortaya çıkan mesaj gayet açık olsa da vurgulamak istiyorum. Ey insanlık, sen ve can sahibi tüm kardeşlerin hiçbir altından, hiçbir elementten daha değersiz değildir. İşte bahsettiğim o ödev, bu gerçeği iliklerine kadar hissederek, bu bilinç ve sorumlulukla yaşamaya çalışmaktır!     

27 Ekim 2015 Salı

ÖLÇÜ



Eskişehir’in soğuk ve yağmurlu bir akşam üstünde, el ele yürüyen yüzlerce genç çiftten biriydi Zeynep ve Kenan. Oradan buradan laflıyorlar, bazen birbirlerini kızdırıyorlar, bazen de çevrelerinde aynı anda fark ettikleri bir garipliğe gülerek keyifleniyorlardı. Kısacası, gençliğin ve yüzlerce genç çiftten biri olmanın tadını çıkarıyorlardı.

Derken Zeynep’in gözü, duvara yarım yamalak yapıştırılmış bar afişine ilişti. Birden heyecenlanan Zeynep, ‘Aşkım şuna bak. Bu hafta sonu Bülent Ortaçgil geliyormuş. Nolur gidelim!’ dedi. Kenan da pek sevmediği halde sevgilisinin bu coşkusuna hayır diyemeyeceğinden ‘Tamam güzelim, madem seviyorsun gideriz o halde.’ diye karşılık verdi.

Bu cevaba çok sevinen Zeynep, ‘Biletleri şimdi alalım mı? Sonra biter falan…’ diyerek yavru bir kedi edasıyla Kenan’ın yüzüne baktı. Kenan, ‘ Haklısın tatlım, işimizi şansa bırakmayalım. Sonra bir de kalmazsa falan, ne yaparım hayal bile edemiyorum!’ diyerek gülümsedi. Zeynep hafif alınmış bir tavırla ‘Aşk olsun, öyle mızmız biri miyim ben! deyip dudak büktü. ‘Şaka yapıyorum tatlım. Hem doğru söylüyorsun, hazır buradayken gidip alalım.’ dedi Kenan ve bara gidip biletleri aldılar.

Hafta içindeyse, o anlamsız tartışmalardan birini yaşayıp suskunluğa gömüldüler. Derken haftasonu yani konser zamanı geldi. Ancak ne Zeynep ne de Kenan en az tartışma kadar anlamsız olan gururlarını yenemeyip birbirlerini arayıp sormadılar. Kenan Zeynep’in bu konsere gitmeyi çok istediğini hatta en basitinden, biletlerin yanacağını düşünüp aramak istese de yapamadı.

Birkaç gün sonra, aynı barın önünden geçen Kenan, aynı afişin yaklaşık üç hafta sonrasındaki bir tarihi gösterdiği haliyle karşılaştı. Merak edip içeri girerek anlamsız da olsa sordu.’Merhaba. Bülent Ortaçgil tekrar mı geliyor?’. ‘Evet, geçen gün köpeği öldüğü için sahneye çıkamadı. O yüzen sahnesi ileri bir tarihe ertelendi.’ karşılığını alan Kenan, ‘Hem Zeynep konseri kaçırmadı hem de biletler yanmadı.’ deyip sevindi. Biletlerin yanmaması için sevinmesini mazur görmek gerek zira Kenan henüz bir öğrenciydi ve çalışan biri için rahatsız edici olmayacak  maddi kayıplar karşısında  ‘Önemli değil ya!’ kelimesini kullanabilmesine daha yıllar vardı.

‘İşte!’ dedi Kenan, ‘Bu bir işaret!’. ‘Bu konsere Zeynep ile birlikte gideceğiz.’ diyerek gülümsedi. Bir başkası için çok büyük anlamlar ifade eden köpeğin ölümüne adeta sevinmişti.

Bir, iki derken üçüncü hafta da geçti ve günlerden cumartesiydi. Konser günü gelmişti. Bu süreç içinde, genç çift yine birbirlerini arayıp sormadılar; belki çok istediler ama yapamadılar. Sahne saati yaklaşırken Kenan ümidini kesmiş, bu ilişkinin sona erdiğini kabullenmişti. Bari biletler yanmasın diye sınıfından arkadaşlarına haber saldı. Ancak o hafta bayram tatili olduğundan neredeyse tüm arkadaşları memleketlerine gitmişti. Kenan da kendi kendine ‘ Öyleyse çıkıp benimle konsere gelecek bir kız bulabilirim; olmadı, biletleri yolda gördüğüm genç bir çifte hediye ederim.’ diye düşündü ve evden çıkarak bara doğru yürümeye koyuldu. Barın önünü şöyle bir süzdü ancak konsere birlikte gitmeye uygun birilerini göremedi. Ardından ‘Demek ki ben de gidemeyeceğim. En iyisi bunları güzel bir çifte  hediye etmek. Hem böylesi içime daha çok siner, Zeynep’in gitmeyi istediği bir konsere başkasıyla gitmek doğru olmaz.’ deyip sokaklarda yürüyerek teklifine uygun bir çift aramaya koyuldu.

Bir süre dolaştıktan sonra aklına eski kız arkadaşlarından Aylin geldi. Telefonunu çıkarıp rehberi açtı, numaraya bir süre baktıktan sonra ‘Yok ya aramayacağım onu. En son iletişimi o kesti ve bir daha da dönmedi. Neden bunca zaman sonra çaresizce arayıp böyle bir teklifte bulunayım ki?’ dedi ve bu çaresizliğine inat edercesine ‘Çağırmayacağım ulan işte!’ deyip telefonu cebine koydu.

Ardından on-onbeş adım attı ve caddeye çıktı. Canı sıkkın olduğundan bakışları çoğunlukla yerdeydi. Birkaç adım daha attıktan sonra kafasını kaldırdığında ilk gördüğü kendisine doğru yürümekte olan iki kız oldu. ‘Hadi ya! Yok artık!’ deyip şaşkın bir şekilde gülümsedi ve ardından ‘Tamam, istediğin gibi olsun!’ dercesine gökyüzüne bir bakış attı.

Derken Aylin de Kenan’ı fark etti ve göz göze geldiler. Ardından gülen yüzlerle birbirlerine yaklaşıp konuşmaya başladılar.

Uzun zamandır görmediğin birini gördüğünde yapılan birkaç yarı gerçek yarı sahte cümleyle ilk kısmı geçtiler. Ardından Kenan yaşadığı durumu olduğu gibi anlatıp, Aylin’e ve daha sonra kuzeni olduğunu öğrendiği yanındaki kıza biletleri hediye etmek istediğini söyledi. Memnuniyetle kabul ettiler ve Kenan’a ‘Sen de bizimle gelmeyecek misin?’ diye sordular.

Kenan’ın aklında elbette onlarla birlikte gitmek vardı ama yine de alacağı cevabı az çok tahmin ettiğinden ‘Siz kız kıza çıkmışsınız ya planlarınızı bozmak istemem şimdi.’ diye karşılık verdi. Aylin de uzun zamandır görüşmediklerini, birlikte vakit geçirmenin güzel olacağını söyledi. Ardından bara doğru yöneldiler. Kenan halinden son derece memnundu, kötü giden gece hatta öncesindeki günler ve haftalar, şimdi olumlu ve güzel bir yöne evrilmekteydi. Şansının döndüğünü hissediyordu. 1 dakika öncesindeki gerginliğinden ve mutsuzluğundan eser kalmamıştı.

Barın kapısına geldiklerinde konseri sordular ancak konserin yine iptal olduğunu öğrendiler. Nedenini sorduklarında, bu kez de annesinin öldüğünü öğrendiler. Sanki konsere gidememeleri daha vahim bir durummuşçasına ‘Hadi ya! Olaya bak! Olacak iş mi şimdi bu!’ deyip geçiştirdiler. Bir insanın annesini kaybetmesinin yaşatacağı acı, akıllarının ucundan bile geçmedi o anda.

Sonra başka bir barda aldılar soluğu. İçmeye başladılar. Kuzen Cansu, telefonuyla ilgilenirken Kenan ve Aylin karşılıklı oturmuş, yarıda kalan bir şeyleri tamamlayacak olmanın verdiği neşeyle muhabbeti koyulaştırıyorlardı. Her şey Kenan'ın istediği gibi giderken Cansu Aylin’e dönerek bir şeyler söyledi. Aylin’in yüzü asıldı ve ‘Nereden çıktı şimdi, sırası mıydı!’ diye söylendi. Cansu, ‘Ne yapayım ya! Neredesiniz diye sordular, ben de söyledim. Nereden bileyim kalkıp geleceklerini!’ diye karşılık verdi. Gerginliği fark eden Kenan ne olduğunu sordu.

‘Ya Emin ve Erdil diye iki arkadaş var da, onlar geleceklermiş.’ dedi Aylin. Kenan da bu durumdan pek hoşnut olmasa da ‘Gelsinler ya ne olacak. İçeriz işte hep beraber. Sen niye gerildin ki bu kadar?’diye karşılık verdi.

Aylin, ‘ Ya ben motosikletleri çok seviyorum. Mahallede de vefat eden abimin bir arkadaşı vardı. Ondan rica etmiştim, beni uygun bir zamanda gezdirmesi için. O da kendisinin müsayit olmadığını fakat Emin isimli bir arkadaşının yardımcı olabileceğini söyledi. Ben de tamam dedim. Sağ olsun, bir-iki kez motorla gezindik ama sonra davranışları farklılaşmaya başladı. Ben de o anlamda bir şey istemiyorum çünkü abim gibi görüyorum. Ama hala böyle arayıp soruyor. O yüzden rahatsız oldum.’ diye yakındı. Kenan, ‘Tamam canım, sen istemiyorsan sorun yok, gelsinler bir şey olmaz, içip muhabbet ediyoruz işte.’ deyip Aylin'i rahatlatmaya çalıştı.

Aradan yarım saat kadar geçtikten sonra masadaki kişi sayısı beşe çıkmıştı. Emin Kenan’ın, Erdil de Cansu’nun yanına oturdu. Sahte sıcak bir tanışmanın ardından oradan buradan konuşmaya başladılar. Emin bir fabrikada işçi olarak çalışan, efendi mizaçlı, sıradan bir tipi olan, iyi olarak tanımlanabilecek bir gençti. Kenan’ın ortamdaki varlığından dolayı rahatsız olduğuna dair en ufak bir işaret vermemiş, Kenan’a üstünlük kurma amacıyla ego içerikli hiçbir cümle kurmamıştı. Erdil ise yakışıklı, deli dolu, çoğunluk için şımarık sayılabilecek biriydi; sohbetin bir bölümünde askerliğini İzmir/Bornova’daki Küçükpark’ta yer alan asgari gazinoda, komutanın şoförü olarak yaptığını anlatarak ne kadar şanslı olduğundan, adeta kendisiyle övünerek bahsetmiş, bir başka bölümde ise Aylin, mahallesinde yaşayan ve motor tutkunu olan isimlerin fotoğraflarını telefonundan gösterdiğinde, resimdeki kişilerle, ‘Bu tipler ne ya, kim bunlar kızım! diyerek gülüp geçmişti.

Bir süre sonra, ortama dahil olan bu iki genç adam sürat motoru tutkunu olduğundan, laf ister istemez motorlara gelmişti. Motorla ne denli yüksek hızlar yaptıklarından, nasıl heyecanlar yaşadıklarından bahsediyorlar, diğerleri ise yabancısı oldukları bu deneyimleri şaşkınlık ve tebessümle dinliyorlardı.

Kenan, biraz kaygılı bir yapıya sahip olduğundan merak edip sordu. ‘Bizim ülkede trafikteki  motorlara hiç saygı duymuyorlar. Sizi sıkıştıran, aracını önünüze kıranlar olmuyor mu hiç?’ diye sordu. Bu soruyu Emin, ’Kullanmayı bildikten sonra bir şey olmaz, bilmezsen sıkıntı tabi öyle şeyler.’ diye yanıtladı. ‘Peki önünüze aniden kedi, köpek vs. çıktığında napıyorsunuz? Sakat değil mi ya, bana tehlikeli geliyor bu motor işi.’ diye yeni bir soru ekledi Kenan. Bu kez Erdil, ‘Ya çıkarsa çıkar, bassçan geçen öyle bir şey olursa, aman çarpmayım, ezmeyim falan dersen o zaman sen zararlı çıkarsın.’ diye cevapladı. Kenan bu cevap üzerine ‘Bilmiyorum ya, Allah kaza bela vermesin kardeşim, dikkatli olun.’ Diye devam etti. Bunun üzerine Emin, ‘Ya zaten çok yaşayıp ne yapacaksın! Ben 50’ye kadar yaşasam yeter. Ondan sonra nolcaksa olsun!’ diye çıkıştı. Bu sözlere duyan Kenan, ‘Öyle deme kardeşim, Allah’ın gücüne gider, ya o yaşına geldiğinde çok iyi, sağlıklı, mutluysan; bir elli sene daha yaşama arzusu varsa içinde… Yine bunu der misin? Boşver, ‘Allah hayırlı ve uzun bir ömür versin.’ de geç.’ diye müdehale etti. Emin söylediklerindeki ısrarlı tavrını koruyarak, ‘Yok ya 50 sene yeter. Ondan sonra yaşamasam da olur.’ diye yineledi.

Derken sohbet devam etti ve gecenin sonuna gelindi. Emin ve Erdil motorlarına atlayıp gittiler. Kenan ise Aylin ve Cansu’yu evlerine bıraktı. Kenan da evine doğru yol alırken derin bir düşünceye daldı. ‘Tanrım, ben hayatımdaki her davranışımı, her sözümü, hatta düşüncelerimi dahi kimsenin hakkına girmeyeyim, yanlış bir şey yapmayayım diye  bin defa ölçüp tartarken hatta bu yüzden zaman zaman kafayı yerken ve buna rağmen endişeden kurtulamayıp mutsuz bir hayat yaşarken nasıl oluyor da bu insanlar hiçbir şeyi önemsemiyor, saatte 300 km hızla, sonunu düşünmeden motor kullanıyor, hiç tanımadığı insanları gördüğünde rahatça dalga geçebiliyor ve en kıyak yerlerden birinde askerliğini yapabiliyor ve bunu da çok şükür böyle yapabildim demek yerine keyiflenerek anlatabiliyor ya da şu kadar yaşasam yeter diye rahat rahat konuşabiliyor.’ diye iç sesiyle söylendi. Sonra, bu sözlerden dolayı birden, içini bir korku kapladı. İç sesini farkında olmadan bir yana bırakıp, dışarıdan duyulabilecek bir şekilde, ‘Tanrım, neler söylüyorum ben! Elbette onlara bir şey olsun manasında demiyorum bunları. Ancak benim bu şekilde yaşamam mı doğru yoksa onlarınki mi? Sadece bunu merak ediyorum ve bunu öğrenmek istiyorum senden.’ diye ekledi ve yoluna devam etti.

Aradan bir gün geçti. Pazartesi günü Kenan
Aylin’e telefondan mesaj atıp ‘Bugün birlikte kahvaltı edelim mi?’ diye sordu. Ancak Aylin’den hiç beklemediği bir cevap aldı. ‘Kenan, isterdim ama çok kötü bir şey oldu. Dün Emin ve Erdil kaza yapmışlar Emin ölmüş. Şimdi cenazesini kaldırmak için camiye gidiyoruz.’ yazıyordu mesajda.

Kenan donakalmıştı. Ne söyleyeceğini bilemedi. Biraz duraksadıktan sonra cenazenin hangi camiden kaldırılacağını sordu. Ardından hazırlanıp camiye gitti. Yağmurlu bir gündü. Caminin önüne onlarca motosiklet, onlarca genç, Emin’in ailesi ve tüm yakınları doluşmuştu.

Cenaze namazı kılındı ve mezarlığa doğru yola çıkıldı. Kenan ise tüm bu süreçte içini kemiren acaba sorusu ile cebelleşmekle meşguldü. Derken dayanamayıp sordu Aylin’e, ‘Kaza nasıl olmuş?’

Aylin yaşlı gözlerini silip cevapladı, ‘Dün İnönü Caddesi’nde gidiyorlarmış. O sırada biri arabasını Emin’in önüne kırmış, Emin çarpıp yola savrulmuş. Arkasından da Erdil geliyormuş. Önüne aniden çıkınca üzerinden geçmiş. Aslında hızlı gitmiyorlarmış çarpmadan dolayı ölmemiş, Erdil üzerinden geçince ölmüş.’.

Bu açıklamayla Kenan’ın acabaları midesinden ve beyninden daha büyük ısırıklar koparmaya başlamıştı zira Aylin’in anlattıkları, o gece Kenan’ın, Emin ve Erdil’e sorduğu sorulara aldığı cevaplarla paraleldi. Üstelik, o gece, evine dönerken Tanrı’ya bulunduğu serzeniş de yaşanan durumla örtüşüyordu. Bunları düşününce daha da gerilmişti.

Derken, derya gibi sonsuz görünen mezarlığa gelindi. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Emin’in yakınları mezarın başında defin için hazırlık yaparken Aylin, Cansu ve Kenan birkaç metre geriden onları izliyordu. Merhumun üzerine toprak atmak için yakınları sıraya girdi. Kenan da bu törene eşlik etmek istiyordu ancak bir taraftan içini kaplayan o kuşkudan dolayı, bulunduğu yere çakılı kalmıştı sanki. Bunların saçma düşünceler olduğunu kendine tekrar edip kalabalığa doğru yürüdü ve toprak atmak için sıraya girdi. İki üç kürek toprak atan, küreği bir diğerine veriyor ve sıra yavaşça tükeniyordu.  Fakat Kenan’ın içindeki suçluluk duygusu tüm çabalarına rağmen artmaktaydı.

Ve sıra kendisine geldi. Küreği toprağa sapladı. Ancak tam kaldıracağı sırada, kalabalıktan biri küreğin üzerine bastı. Kenan küreği bir türlü çekemedi. Bu durumdan ister istemez irkilen Kenan, sırayı arkasındakine devretti.

Sonra durdu ve bir kez daha düşündü. Böyle bir şey gerçekten olabilir miydi? Sırf kendi iç hesaplaşmalarından, aklından geçen ve dilinden dökülen sözcüklerden dolayı bir insan hayatını kaybedebilir miydi? Nasıl gelmişti bu noktaya? Birden tüm bu olan bitenin en başına döndü. Zeynep, Bülent Ortaçgil, konser, bilet, ayrılık, bir köpeğin ve annenin ölümü, bir yıldır yüzü görülmemiş eski bir sevgilinin tam da ‘Onu aramayacağım!’ dediği anda karşısına çıkması ve ardından yaşananlar. Tüm bu kurguda ne etkisi olacaktı ki Emin’in ölümünde bir etkisi olsun. Hem kendisi sıradan bir insandı, tüm insanlar gibi. Ya bu ölüm zaten yaşanacaktı ve kendisi de bir parçası olmuştu ya da Emin’in ve Erdil’in uyarılması gerekiyordu ve kendisinin de sorduğu sorularla, sıradan bir trafik levhasından başka bir işlevi yoktu. Bu yaşananlardan kendisine dair bir sorumluluk ve suçluluk payı çıkartarak toprak atmaktan kaçınmasının geri dönüşü olmayan bir süreci başlatabileceğini zira sözlerinin ve düşüncelerinin, insanların hayatını sonlandırabileceği düşüncesine kapılmış bir insanın, sağlıklı bir yaşam sürdürmesinin mümkün olmadığını düşündü. Böyle bir etki gücüne, herhangi bir insanın sahip olması, ne adil ne de mantıklıydı. Böyle bir kapılıp gitme hali, bir anlamda, Tanrısal yetilere sahip olduğuna inanmaktı. Kaldı ki kendisi insan olabilmek için sarf ettiği çabaların yetersizliğinden hicap duyan bir kişiydi. Bunları düşünen Kenan tekrar sıraya girdi. Küreği aldı ve mezara üç kez toprak attı.  Biraz olsun rahatlamıştı.

Ardından herkes evlerine döndü. Kenan’ın aklındaysa birkaç düşünceyle birlikte son bir soru kalmıştı. Öyle ya, hayat, ne kendisinin yaptığı gibi her saniye kaygı ve korkuyla yaşanacak kadar değerli, ne de bazı insanların yaptığı gibi umursamadan ve hoyratça yaşanacak kadar değersizdi.

Peki, neydi bu hayatı yaşamanın ölçüsü?
                

12 Ekim 2015 Pazartesi

NEDEN YAZIYORUM?



Yazının başlığını oluşturan bu soru, tarafıma anlık bir şekilde yönlendirilseydi muhtemelen bir makineden farksız olan beynimdeki ilgili nöronlar ateşlenecek ve nöral bağlantılar aracılığıyla bu soruya uygun cevap olabilecek kelimelerin kayıtlı olduğu en yakındaki nöronlarla iletişime geçerek iç sesimde birkaç kelime duyuracak, onunla eşzamanlı sayılabilecek bir sürede de zihin perdeme birkaç imge düşürecekti. Ben de ya bu kelimeleri onaylayarak, benzer nöral işleyişlerle uygun cümleler haline getirip telaffuz etmeye başlayacak ya da bu kelimeler limbik sistemimde korku, öfke, huzur, kaygı, mutluluk, sinir vs. gibi, bağımlılıklardan kaynaklanan duygu durumları uyandıracak ve ben de bu duygu durumlarını oluşturmayan kelimeleri bulmaya çalışma adına, biraz duraksayarak, yeni bir cevap oluşturmaya çalışacaktım. 

Peki, her koşulda, dilimden dökülecek kelimeler, illaki dökülecek olanlar mı olacaktı? Ayrıca neden yazdığım sorusu, o anda değil de bir yıl, dört ay, iki hafta, bir gün ya da bir an öncesinde ya da sonrasında sorulsaydı, beynimdeki nöral işleyiş, aynı bağlantı yollarını kullanarak, aynı kelimeleri mi dilimin ucuna getirecekti? Belki bir yıl önce ailemden aldığım sevindirici bir haberden dolayı, belki sorudan birkaç saniye önce yoldan geçen genç ve güzel bir kadınla göz göze gelmenin verdiği mutluluk ya da elimde oluşan bir kağıt kesiğinin verdiği acı hissiyle beynimde bambaşka nöral bağlantılar kurulacak ve ben, o soruya, normalde vereceğimden başka bir cevap verecektim. Bildiğim kadarı ile bu durumu, dünyada, tam anlamı ile açıklığa kavuşturabilmiş kimse yok ve olmadı da. 

Yazının konusu ve başlığı olan soruyla anlık şekilde muhatap olmam halinde oluşabilecek süreçten kabaca bahsettim. Bunu yaparak, sanki bu soruya ya da evrendeki tüm diğer sorulara, uzun bir süre sonunda ya da yazılı olarak cevap verdiğimde, farklı bir işleyiş ve farklı bir durum ortaya çıkacağı havasını verdiğimin farkındayım ancak bundan yazının bu satırlarında henüz emin değilim. Az önce bahsettiğim, nöral işleyiş ve bu işleyişin olası farklı durumlarda farklı sonuçlar çıkarma ihtimali burada da geçerli; sözlü durumda olduğu gibi yazında da vereceğim cevap önceden yaşadıklarım ya da sonradan yaşayacaklarımla değişebilir ya da değişmeyebilir ya da ben onları eğip bükebilir, otosansüre maruz bırakabilir ya da bıraktığımı sanarak aslında zaten yazacağımı yazıyor olabilirim. O halde, sözlü anlatımla yazılı anlatımın bir farkı yok diyebilir miyiz? 


Bu noktada bir açıklama yapmam gerekiyor. Asıl sorunun, ‘Neden sözlü anlatım değil de yazılı anlatım?’ ya da ‘Anlatmak mı, yazmak mı?’ olmadığının elbette farkındayım. Ancak bir konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyorsa, işe en azından, o konunun bir alt basamağından başlamak, bu iki basamak arasındaki benzerlik ve farklılıkları bulmak, ardından da salt asıl konuyu irdelemek gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle yazıya, sözlü anlatıma ve yazılı anlatımın onunla olan benzer yönlerine kendimce değinerek başladım. O halde, şimdi de aralarındaki farklılıklara değinelim. 

Bir yazın oluştururken kelimelerle oynama imkanımız sözlü anlatıma göre artar çünkü süremiz ve sahip olduğumuz kaynaklar daha fazladır. Anlatımda ise süremiz kısıtlı kaynağımız ise sadece beynimizdir. Yazmak bize gerçek anlamda kendimizle baş başa kalma imkanı verir, anlatımda ise -birçoğumuz için- karşımızda diğerleri vardır. 

Bence bu fark çok önemlidir ve benim ‘Neden yazıyorum?’ sorusuna karşılık yapacağım açıklamanın başlangıcını oluşturmaktadır. Zira insanın gerçek anlamda kendisiyle baş başa kalma hali, ilahi bir haldir. Bu halde, bilinç ve bilinçdışı bir bütün olur. İnsan adeta bir kanala girer ve sanki yazdıklarını aslında kendisi yazmıyordur. Gerçekte o kanal, anda olmanın ta kendisidir. Yazdıklarında ‘önce’ ve ‘sonra’ kelimeleri geçse de, yazdıkları, tüm öncelerle ve tüm sonralarla bağlantılıdır; yani öncesiz ve sonrasızdır. Elbette evrendeki her şey gibi ağzımızdan dökülen kelimeler de öncesiz ve sonrasızdır, andadır. Ancak sözlü anlatımda bu durumu hissetmek ve yaşamak çok az insanın elde edebildiği bir haldir. Hatta öncelikle o hal hasıl olmalıdır ki sözler de o halden sebeplenebilsin. Ancak az önce söylediğim gibi, bu durum bana göre yazıda -en azından benim için- tam tersidir. Yazmak, aklın odalarındaki her kapıya açan sihirli bir anahtar gibidir. Yazdıkça yeni bir kapı çıkar karşına ve yazdıkça o kapılar açılır; yeni odalara ve yeni kapılara. Adeta evrenin her yerine istediğin anda gidebilmektir yazmak; ‘İnsan, küçük kainattır!’ sözüne inanabilmemi sağlayan şeydir adeta. Bence tam da bu yüzden, bunu yaşayan insan, halden hale girme halindedir ve bu haldeyken kendini ortaya koyar. Ancak kendini ortaya koyan, kendisi de değildir. 

Mesela şu anda, yazmanın ilahi bir hal olduğuna dair az önce yazdıklarımı okudum ve bu da bana varoluşsal bir bütünlük hissettiriyor. Belki çoğu safsata, tutarsız, anlamsız hatta okunduğunda, ‘Hangi şizofren yazmış bunları?’ diyenler dahi olabilir. 

Ne fark eder? 

Ya da yazının ilk bölümlerinde ‘beyin’, ‘nöral bağlantı’, ‘limbik sistem’ vs. gibi kelimelerle bilimsel, ya da aralara sıkıştırdığım sorularla felsefik bir yazı yazıyormuş havası vermeye çalıştığımı fakat aslında, bu iki disipline dair de doyurucu cümleler kurmadığımı söyleyenler olabilir. 

Neyi değiştirir? 

Bana göre hiçbir şey fark etmez, hiçbir şeyi de değiştirmez! 

Size neden yazı yazdığımı söyleyeyim mi?

Çünkü yazmak bana, yazmak için sonsuz sayıda neden verebiliyor!

Bir saniye! Sanırım dürüst olmam gereken noktalardan birindeyim şu an. Keşke -içinde gerçekler barındırsa da- berisindeki laf salatalarını anlamlı kılmaya yarayacak bu afilli ve felsefik cümleyi, yazmamın tek nedeni olarak sizlere gerçekten sunabilseydim.

 Maalesef öyle olmuyor; gerçeklerden kaçamıyorsun. Aslında kaçabilirsin elbet ama bu ancak bir süreliğine olur. Korumacı bir tavırla ortaya koyduğun neden, ne okuyanın ne de yazanın içine sinmez. Yazarken kendimizi deşifre etmedikten ve okuyan da bu deşifrelerle kendini çözümleyemedikten sonra yazmanın ne anlamı var. Malzemeden çalınarak yapılan bir bina dışarıdan bakıldığında ne kadar göz alıcı görünürse görünsün, o bina yıkıldıktan ve içinde yaşayanlar zarar gördükten sonra yapılan işin bir önemi var mı? Ya da çürük kısımları tam anlamıyla temizlenmeden dolgu yapan biri kendisine dişçi; tümörün tamamını almadığı bir ameliyatta, kesiği korkakça kapatan biri kendisine cerrah derken ne denli bir iç huzur duyabilir ve bu eylemlerin -gerçek anlamda-  kime, ne gibi bir faydası olabilir. Konuyu dine çekmek istemem ama bu tarz davranışları benzetebileceğim bir durum varsa o da İslam  itikadındaki, kişinin Allah'a iman etmediği taktirde hayatı boyunca yaptığı ve olumlu görünen tüm eylemlerinin yok sayılacağı düsturudur ve eğer yazarlığın bir dini olsaydı onun temel kuralı da kendini deşifre etmek olurdu kanaatindeyim. Tüm bu nedenlerden dolayı neden yazdığıma dair gerçekçi açıklamalarla yazıma devam etmeyi uygun görüyorum.

İnsanların çoğu toplum kurallarının hakimiyeti altında saygın bir şekilde yaşayabiliyor ve bu insanların bireyleşme çabaları olmadığı için toplumla uzlaşma konusunda çok fazla sıkıntı çekmiyorlar. Bir kısım insan içinse - yani benim gibiler için- maalesef ya da ne mutlu ki bu uzlaşı mümkün değil. Bu uzlaşıyı sağlayamama ve toplumla özdeşleşememe nedenim ise bireyleşme çabamdan başka bir şey değil. Toplumdan kopmuş olmamın -mantık dahilindeki tüm çıkarımlarıma rağmen- bende yarattığı korku ve suçluluk duygusu, ben ve benim gibilerde, yazmak için karşı konulması zor, itici bir güç oluşturuyor. Zira toplumla, yani sürüyle beraber olmak benim ve benim gibiler için ölümle eşanlamlı olduğundan dolayı, sıradanlıktan, yani ölümden kaçabilmemin yolunu ancak bireyleşmekte ve bireyleşme sürecinde ortaya koyduklarım sayesinde olabileceğini düşünüyorum. Yani, yazma nedenlerimden biri, içimdeki ölümü aşma ve sonsuzluğa erebilme isteğidir diyebilirim. Bununla beraber, nasıl ki psikolojik rahatsızlığı olan insanlar varsa toplumların da psikolojik rahatsızlıkları vardır ve bu toplumsal rahatsızlıklar benim rahatsızlıklarımla tepkimeye girdiğinde, bende sürekli bir iç çatışma hali yaratıyor ve ben, bu nedenle kendimi kuşatılmış hissediyorum. Bu kuşatmayı kırabilmemin, bu iç çatışmaların geriliminden kurtulabilmemin yolu da benim ve benim gibiler için yazmaktan geçiyor. Yani yazmak benim için katarsis işlevi görüyor. Zira yaşadığım düşünce dünyası -her ne kadar sevsem de- bana çileli ve ızdırap dolu süreçler yaşatıyor ve ben de bu sıkıntılı düşünceleri ancak yazarak hafifletebiliyorum; bir bakıma arınma eyleminde bulunuyorum. Belki de bu yüzden, bir şeyler yazdıktan sonra hatta yazdıklarımı tekrar okuduğumda, kendimi, adeta yoğun ve verimli bir ibadet eyleminde bulunmuşçasına rahatlamış halde buluyorum.

Yazmamın nedenlerinden bir diğerine gelecek olursak. Bu neden takıntıdır. Evet, ben çocukluğumdan beri obsesif kompulsif kişilik bozukluğundan muzdarip bir insanım. Bu rahatsızlığımın görünür ve gizli kısımlarını ya da oluşmasına neden olan unsurlarını yazmam, bu yazı için bir anlam ifade etmiyor. Bununla birlikte, az önceki paragrafta geçen çileli süreçlerin büyük bir bölümü de bu rahatsızlığımdan kaynaklanmakta. Bu rahatsızlığımla birlikte kronik bir major depresyon ve yaygın kaygı bozukluğu hastasıyım. Kısacası nevrotik biriyim ve geçmişte kullandığım ilaçlar ve aldığım terapiler bunların yok olmasını hiçbir şekilde sağlamadı. Sadece, bana bunlarla birlikte yaşayabilmem için destek unsurları oldular. Ve her ne kadar yazdıklarımın ciddiyetini sarsabileceğini bilsem de söz konusu psikolojik sürecim, beni, şizofreni ilaçlarının reçete edildiği noktalara kadar getirdi. Ancak ben, şizofreniyi bir hastalık değil de iyi idame ettirilememiş bir yetinin olumsuz sonucu olarak değerlendirdim ve o ilaçları kullanmayı reddettim. Zira saydığım tüm bu rahatsızlıklara rağmen, ilaçların güdümündeki çilesiz, toplum kurallarına uyumlu hatta başarılı fakat duygusuz, ruhsuz, yavan, kısır ve zamanın nasıl gelip geçtiğini anlamadığım bir yaşamı kabullenmeyi zul sayarak çile, ızdırap, çatışma ve mutsuzluk dolu bir hayatı tercih etmek, benim için çok daha şerefli, cesur, gerçek, yaratıcı, üretken ve anlamlıydı. Ve ben tüm bu rahatsızlıklarımdan dolayı asla isyan etmedim; aksine onları bir nimet olarak gördüm ve benden uzaklaştıklarını hissettiğim dönemlerde sevinmem gerekirken korktum ve hatta çoğu insana aptalca gelebilir ama bazı zamanlarda, onları tüm yoğunluğuyla yaşayabilme adına, bilinçli eylemlerde dahi bulundum. Zira ben, şu an, belki benim dışımdaki herkes için anlamsız ve değersiz olan bu satırları yazabiliyorsam bunları tüm bu rahatsızlıklarıma ve geçmişte onların oluşmasına neden olmuş olay, kişi ve genlerime kısacası varoluşa borçluyum. Konu dışına çıktığımın farkındayım. Toparlamak gerekirse, benim yazmamın diğer bir gerçek nedeni de sahip olduğum nevrotik kişiliktir. 

Sonuç olarak, bu yazıdaki '
Çünkü yazmak bana, yazmak için sonsuz sayıda neden verebiliyor!' nedeni, benim için -hayatımın sonuna dek geçerli olacağını düşündüğüm- görülebilir, nesnel bir nedendir. Bununla birlikte, sonrasında yazdıklarım ise kendimi deşifre ettiğim ve böylece yazıya, yazma eyleminin ruhunu kattığımı düşündüğüm nedenlerimdendir. Dileğim, yazma serüvenimin ilerleyen dönemlerinde düşüncelerimi beden-ruh, soyut-somut, ben-diğerleri vs. gibi hiçbir ayırma, bölme ve sınıflandırmaya tabi tutmadığım yazıları ortaya koyabilecek şekilde geliştirebilmektir. Yani birey olabildikten sonra bir olabilmeyi de başarabilmektir. Yazma nedenlerimin en önemlisi de budur. Umarım, herkes bir gün, bu emele sahip ve gereğini yerine getirmekte başarılı olur.        

13 Mart 2015 Cuma

5 DAKİKA

                                                                                                 


17 yaşında bindiği taksiden indiğinde, yüz hatları hiç de azımsanmayacak izler taşıyordu. Hayatına yön vermişti evet...Girdiği iş hanı, onun hayatını özetler nitelikteydi. Yerlerde hala talaş vardı - yerlerde neden talaş olduğunu açıklayacak bir kişi bile olmadığına kalıbımı basarım. Bir an için kendini, -bırakın ayagınızın dibine balgam ve sigara izmariti tükürmeyi- sigara bile içemediğiniz o pahalı milenyum restoranlarından birinde degil de; babasıyla hafta sonları gittikleri pide ve kebap salonunda zannetti. Buluşma saat 7 de yapılacaktı. Sıçmaya yetecek kadar vakti vardı ama bunu istedigini hiç sanmıyorum. Eğer gereksiz bilgilerle dolu, tuvalette okunabilecegine dair üzerine çoğu kez tez yazan kitap kurdu tiplerden değilsen ortalama sıçış işlemi 5 dakikayı geçmez.
------------------------------------------------------------------------------------------
Evet, o işini beş dakikada halledenlerdendi ki yatakta da –düzenli bir sex hayatı olmasa da- bu durumun değiştiğini söyleyemeyiz. Gerçi küçük Mehmet’i, sol elinin haricinde bir yuvayla tanıştıralı henüz 7 ay olmuştu ve bu olay, Tepecik Kerhanesi’nde gerçekleştiğinden ve bir sevgilisi olmadığından, Büyük Mehmet adına düzenli bir sex hayatından bahsedebilmek henüz mümkün değildi. Yine de sikişmek için bir yıl daha beklemediğinden dolayı keyfi yerindeydi ve bunun için Avni dayısına minnettardı – her zaman olduğu gibi.

Öyle ya, çocukluğundan hatta kendini bilmediği zamanlardan beri Avni dayısının kanatları altındaydı. Onun için babasından bir farkı yoktu hatta daha fazla sevdiğini dahi söylemek mümkündü zira tır şöförü olan babası uzun yolculuklara çıktığından, vaktinin çoğunu, evlerinin çaprazındaki küçük kulübede tek başına yaşayan Avni dayısıyla geçirerek büyümüştü.

 Avni ailenin en küçük oğluydu. Ailesi Tire’nin en varlıklı 3 ailesinden en zenginiydi. Ancak şimdilerde 36 yaşında olan Avni henüz 15 yaşındayken iş kurmak için babasının zeytinliklerini ve bağlarını dönüm dönüm hiç pahasına sattırmış, her seferinde de dikiş tutturamayıp iflas bayrağını çekmişti. Öyle ki zaman içinde tüm mal varlığını tüketmekle kalmayıp tefecilerden alıp alıp geri ödeyemediği paralar nedeniyle ailesini büyük bir borç batağına sürüklemiş, sonunda da Tire’yi terk edip İzmir’in varoşlarından Gültepe’ye göçmelerine neden olmuştu. Babaları Şerif Ağa iflasla gelen bu göçü kaldıramamış, 4 ay sonra vefat etmişti. Büyük dayılardan İlyas, Bursa’nın Gemlik ilçesinde zeytincilikle uğraşırken; Musa ise Manisa’nın Soma ilçesinde maden işçisi olarak hayatına devam ediyordu.

Fakat Avni Gültepe’de annesi ve ablasıyla kaldı. Çaycılık, taksicilik, otoparkçılık gibi ufak tefek işlerde çalıştı ara ara torbacılık yaptığı da oluyordu ancak yine hiç birinde dikiş tutturamadı zira ruhunda çalışmaya dair en ufak bir istek ve inanç kalmamıştı. Vaktinin çoğunu, gündüzleri kahvede takılarak, akşamlarıysa küçük kulübesinde demlenerek geçiriyordu.

Ablaları Zehra’nın talibi çıkıp evlendiğinde, annesi de onlarla birlikte yaşamaya başlamış, Avni de az önce anlattığım, yakındaki tek göz kulübeye yerleşmişti. Halinden de hiç mi hiç şikayetçi değildi. Sanki onca malı mülkü -tabiri caizse- sikip atan o değil de bir başkasydı.

 Yıllar bu düzende geçip gitti ve yılların birbirinden herhangi bir farkı yoktu; sadece rakamlar değişmekteydi. Zaten o mahallede yaşayanların da tarihle hiçbir işleri yoktu zira zamanın belli bir bölümünde sıkışıp kalmış, unutulmuş insanların yaşadığı ve yaşayanların, hiç kimse tarafından umursanmadığı bir yerdi orası.


 Ancak her şeye rağmen, Avni ve mahalledekilerin hayatını biraz olsun sıradanlığın dışına çıkaran biri vardı; hem de tam 17 yıldır. Tahmin edeceğiniz gibi o kişi Mehmet’ti.

Mehmet, Avni’nin adeta kopyasıydı ancak bu durum sadece dış görünüş olarak böyleydi. Dayısının aksine Mehmet -içeriği ne olursa olsun- çalışmaktan hiç gocunmayan, üstelik bundan, fazlasıyla zevk alan biriydi. Çalışma konusunda birbirleriyle çelişseler de birlikte geçirdikleri vakitlerde yaşadıkları ve mahallelilere yaşattıkları şamata ortamı onları adeta bir bütün kılıyordu.
İşte böyle günlerden birinde dayısı, Mehmet’e, ‘Mektebe gittin mi lan hiç?’ diye sordu. Mehmet bu soruyu anlamamazlıktan gelip ‘Gittik ya dayı, orta ikiye kadar.’ diye cevapladı.
‘Ulen bırak salağa yatmayı, onu mu soruyoz sana, mala vurdun mu hiç, mala?’ dedi Avni.

Mehmet ‘Yok be ya, daha 18’ime gelmedim ki!’ deyince Avni yerinden fırladı, ‘Ne 18’i olum! Ben 13’ümde yapıştırdım Sarı Fazilet’e; pancar motoru gibi pat pat pat pat! Ne kadındı bee! Lokumdu lokummm!’
‘Amma sıktın haa dayı!’ dedi Mehmet.

Ne sıkıcam oğlum herkes bilir benim zamanında ne hızlı olduğumu, o kadar malı mülkü nasıl hiç ettik sanıyon. Tamam, bir kaç şerefsizin oyununa gelip işlerin yolunda gitmediği oldu elbet ama dayın az para akıtmadı alemlere yıllarca.’

 ‘İyi bok yemişin dayı, şimdi yarak gibi kaldın bu kulübede tek başına! Hahahaha!’ diyip uyuz uyuz güldü Mehmet.


 ‘Lan teneke, doğru konuş dayınla!’ diyip Mehmet’in kafasının arkasına tokadı yapıştıran Avni aniden ayağa kalkıp ‘Kalk gidiyoz a*ına koyayım.’ dedi.


 Mehmet, ‘Nereye gidiyoz?’ diye sorunca, ‘Ulen si* kafalı, nereye olacak keraneye gidiyoz, kalk yürü hadi!’ diye çıkıştı Avni.


 Mehmet kalkarken ‘Almazlar ki beni oraya!’ diye mırıldandı. Bunun üzerine Avni, ‘Avni dayın var ulan senin yanında, kim almıyomuş bizi. Hele bi almıyoz desinler, alayının anasını si*erim.’ diye celallendi.

Mehmet, ‘Tamam dayı uçma, sakin!’ diyip gülmeye başlayınca Avni, ‘ Yok be a*ına koyyim, yapmam tabi öyle şey, rahat ol. Ben tanıyom zaten kapıdaki elemanı; sıkıntı olmaz.’ dedi ve dediği gibi de oldu. Mehmet o gün, -tuvaletin dışında- 5 dakikadan az sürede halledilebilen işler listesine bir yenisini daha eklemişti.

 Saat 7 olmuştu ve Mehmet her zaman olduğu gibi tüm dakikliğiyle olması gereken yerdeydi. İş hanının bodrum katındaki güneş görmeyen, florasan lambalı yazanede, bir bacağının vidaları gevşediği için sallanan eski tabureye oturmuş, bu köhne matbaanın patronun gelmesini bekliyordu.

Bekleme esnasında etrafı inceleyen Mehmet'in gözüne çarpan sıra dışı bir şey yoktu. Eski bir masa, suni derileri sökülmüş bir makam koltuğu, izmaritlerle silme dolmuş bir küllük; duvardaysa dev bir nazar boncuğu, kalpaklı bir Atatürk portresi ve hemen yanında da çerçevelenmiş bir ayet el kürsi duası vardı.


 Mehmet etrafı incelemeye dalmışken içeriden gelen bağırma sesiyle irkildi: O davetiyeler bitecek bu akşama Kamil, valla bi bitmesin, ananın a*ını götünden sikerim!


 Bu cümlenin ardından, kemeri görünmeyecek şekilde sarkan göbeği, cam göbeği rengindeki gömleği, vişne rengi takımı, üzerine bastığı ayakkabılarıyla patron içeri girdi. Üzerindeki en değerli şeyler elindeki oltu taşı tesbih ve ‘Ooo yeğenim hoşgeldin!’ diyip gülümsediğinde florasandan yansıyan ışıkla parlayan üst çenesindeki altın dişti. Değerli olduğundan mı bilinmez, altın dişinin hemen yanında -muhtemelen yoldaşlık etmesi için- koca bir maydonoz parçası vardı.

Mehmet ‘Hoşbulduk abi.’ diyerek saygıyla ayağa kalktı.

 ‘Otur yeğenim otur.’ dedikten sonra atölyeye ‘ La Orhan, bak hele, buraya iki çay söyle.’ diye seslendi.

 Sonra Mehmet’e dönüp ‘Yeğenim, lafı uzatmaya gerek yok, baban benim askerlik arkadaşım, can kardeşim. Sen de onun canısın. Yani ben de baban sayılırım bir yerde. Paranı günlük veririm. Geç hemen başla işe ama soytarılık yapar da işini savsaklarsan külahları değişiriz aslanım, onu da bilesin!’ dedi Matbaacı Mahmut.


 Mehmet yerinden fırladı, ‘Ayıp ettin Mahmut abi bizde yanlış olmaz. Evelallah, işimizin hakkını veririz.’ diyip gülümsedi. Ardından patronun elini öpüp atölyeye geçti.

İşi çabucak kavrayan Mehmet, akşama dek durmadan çalıştı. Çalışmak onun için adeta yaşamaktı. Orta ikide okulu bıraktığı günden bu yana mahallede girmediği iş kalmamış, her seferinde biraz daha fazla bir ücretle başka bir işe geçmişti. Şimdiki adresiyse Kemeraltı’ndaki bu handı. Halinden memnun ve mutluydu.

Mesayinin bitimine 5 dakika kalmıştı, işini bitiren Mehmet’in aklına gün boyu sıçmadığı geldi, bunun aklına gelmesiyle sıkışması da bir oldu. Toparlanıp tuvalete gitmek üzereydi ki patronun odasından gelen bağrışmaları duydu. Seslerden biri çok tanıdıktı. O yöne doğru giderken iki el silah sesi duyuldu. Mehmet patronun odasına girdiğinde adeta şoke olmuştu. Patronu Mahmut kanlar içinde yerde uzanmıştı. Şoke olmasının asıl nedeniyse maalesef bu değildi. Patronun karşısında, elindeki silahla dikili duram adam sesten daha da fazla tanıdıktı.
Gördüğü manzara karşısında dehşete düşen Mehmet sesi giderek yükselen bir tonda, ‘ Dayı ne yaptın sen, ne yaptın sen, ne yaptın sen, ne yaptın amına koyayım!’ diye sayıkladı.
Mehmet’le yüzyüze gelen Avni cinnetvari bir tavır ve sesle, ‘ Necla’yı zorla sikmiş ibine, atarım seni evinden demiş, yatalak ananla sokaklarda sürünürsün demiş, benim olduğunu bili bile sikmiş, ya n’apsaydım, susup kenarımı çekilseydim götveren gibi ha, napsaydım Mehmet, n’apsaydım! Geberdi gitti işte pezevek!’ dedi ve alnındaki teri, gözünden akan yaşı, ağzından saçılan salyaları koluna silip gözlerini patlatarak cinlenmiş bir edayla güldü.

 Mehmet,’ N’olcak dayı şimdi, nolcak, siktin attın hayatını, zaten sikikti iyice siktin, nolcak şimdi amına koyayım!’ diye bağırdı gözlerinden yaşlar süzülürken.


 Avni, ‘ Al şunu!’ diyip elindeki silahı Mehmet’in eline tutuşturdu. ‘Beni şimdi alırlarsa belamı sikerler, müebbet yerim. Sen daha 18’inde değilsin. Allah’ıma sövüyodu de, anama bacıma sövüyodu de, 2-3 yılda yırtarsın Mehmet kurbanın olayım!’


 Boynunu büktü Mehmet, ‘Tamam.’ dedi, ‘Tamam ama babam yokken anama sahip çık, yoksa anam avradım olsun, çıkar çıkmaz ilk işim seni vurmak olur.’

Avni dudaklarındaki şerefsiz gülümsemeyle handan çıkarken Mehmet dizlerinin üzerine çökmüş, gözleriyse boşlukta kaybolmuştu.

Mehmet, işini 5 dakikada halledenlerdendi; katil damgası yemesi de ondan fazla sürmemişti.


Not: Tanıdığım ya da tanımadığım insanlardan az ya da çok devamını getireceğimi söyleyerek, bir cümle ya da paragraf istiyorum. Bu yazının ilk paragrafını bana yollayan Emre Bey'e teşekkür ederim. 

2 Mart 2015 Pazartesi

ANDA


‘Aramakla bulunmaz ama bulanlar hep arayanlardır.’ cümlesini okuyan genç kadın, omurgasından başlayıp tüm vücuduna, oradan da bilinen ve bilinmeyen tüm evrene doğru sudaki haleler gibi yayılan derin bir ürperti salınımına tutulmuştu. Özünden evrene dağılan bu haleleri yaratan taş görünürde küçük olsa da adeta bir nötron yıldızından koparılmıştı.

Yıllarca ıssız bir adada hapsolmuş ve giriştiği eylemlerle iç içe geçmiş binlerce düşün mücadelesinden sonra kurtuluşu elde etmenin ancak ve ancak ‘ katıksız bir kurtuluşu imkansız kabul etme bilinci’ ile mümkün olabileceğine inanmış fakat söz konusu kurtuluş için çözüme yönelik bu bilincini de yok etmesi gerektiğinden, düşüncelerini ve inancını, tam anlamıyla kurtuluşun aksi yönünde bırakmaya çabalayan ve bu dualistik totem dünyasında kaybolmuş birisi gibiydi; geçmiş yaşamında kendisi sandığı kişi. Geçmiş yaşamı?

Bir şeylerin geçtiği doğruydu ve insanlar, buna uzan zaman önce, ‘zaman’ adını vermişlerdi. Sanırım bu tanımlamayı, -şu an yaptığıma benzer bir şekilde- önceki yaşantılarına dair ilk farkındalık anında yaptılar; daha doğrusu, kendinden sonraki milyarlarca primata hayatı zehir edeceğinin farkında olmayan o tek kişi yaptı. Nasıl bir farkındalık anının doğmasına neden olduğunu ve bu farkındalık yüzünden, türünün ve o türlerden oluşacak diğer türlerin yaşayacağı acıları düşünseydi eminim o kişinin yapacağı ilk iş, bulabildiği en yüksek ağacın en üst dalına tırmanıp kendini boşluğa bıramaktı. Tabii eğer, o ana dek, intihar eylemine dair bir farkındalık oluştuysa! Ancak bunun olasılığı düşük görünüyor zira zaman mefhumundan -dolayısıyla geçmişten- bihaber canlıların, intihar gibi bir eylemden haberdar olmaları imkansız. Evet, ister geçmiş olgusunun farkındalığının/yanılsamasının doğurduğu intiharla isterse normal yollarla olsun; bizi öldüren her halukarda geçmişimizdir -ve ben şimdiye kadar geçmişi olmayan birini, ne gördüm ne de duydum- ama geçmiş, intiharda tüm yükü sizin omuzlarınıza yıkarken diğer yollarla gerçekleşen ölümlerde bu yükü sizin dışınızdaki unsurlara bırakmaktadır.

Her neyse, bir şeylerin geçtiği ve o şeyin zaman olduğu doğruydu ancak buna kesinlikle yaşamak denilemezdi. Ölü de değildi zira gerçek anlamda bir ölü olabilmeniz için öncelikle yaşamanız gereklidir ve yaşamak için de hayattayken ölmeniz…

O, tam anlamıyla sıkışıp kalmış biriydi; kurtuluşu umanlardan, eski tabirle araftakilerdendi. Uzun zamandır da bu durumun farkındaydı ve tüm mücadelesi kurtulmak içindi.

Ve ilk kez… İlk kez kurtuluş esintilerini hissetmişti. Hem de bunca zamanlık tüm çabasını çöpe atan bir cümleyle karşılaşmasına rağmen: ‘Aramakla bulunmaz ama bulanlar hep arayanlardır!’

Bu cümleyle karşılaşmasının nerede ve nasıl olduğunun hiçbir önemi yok. Genç kız ve cümle karşı karşıya gelmiş ve olan olmuştu. Yıllardır, geçmişin rutubetli molozlarının, orjinallerinden çok daha keskin kokulu ve ağır gölgeleri altında nefes almaya ve bir yandan da geleceğini inşa etmeye çalışırken, birdenbire, geçmişin tüm yıkıntıları yok olmuş, gelecek kavramıysa kafasından silinip gitmişti. (An)daydı ve (an)lamıştı!

Aramanın sonucunda -bir şey dışında- bulunacak hiçbir şey yoktu; hayatın, bu arama eylemi eşliğinde anda yaşadıklarından başka bir şey olmadığını ve onun da senden, bunu yaşaman dışında bir şey istemediğini idrak etmek. Bulunacak, daha doğrusu hali hazırda var olan tek hakikat, geçmişten ve gelecekten sıyrılıp anda yaşamaktı.

Öyle ya, bir kumarbazı bağımlı yapan kazanmak değil, kazanma ya da kaybetme ihtimalini yaşadığı oyun sürecidir. Hiç kimse, hayallerini kurduğu kadınla ya da erkekle birlikte olduktan sonra mutlu olmaz; dopamin birlikte olma anlarında salgılanır ki onda bile anı yaşamıyorsan, kafanda bin türlü kaygı ve geçmişe ait tortular varsa o dopamini salgılamak da mümkün değildir. Aşırı arzulanan bir iş, ev, araba… Her ne olursa olsun, elde edildikten sonra anlamını yitirir ve içinde yine o tanıdık boşluğu hissedersin.

İşte genç kadın bu döngünün dışına çıkmış ve (an)lamıştı ki yaşamak, sonunda hiçbir şey bulamayacağını -daha doğrusu herhangi bir sonun olmadığnı- bildiğin bir arayış halinin tadını çıkarmaktan, anın hakkını vermekten ibaretti.

Artık yaşadığını hissediyordu ve orası, kesinlikle cennetten başka bir yer değildi.

Not: Tanıdığım ya da tanımadığım insanlardan az ya da çok devamını getireceğimi söyleyerek, bir cümle ya da paragraf istiyorum. Bu yazıdaki 'Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır.' cümlesini bana yollayan Berna Hanım'a teşekkür ederim.

1 Mart 2015 Pazar

İLETİŞİME GİRİŞ SERİSİNDEN KALAN TEK YAZI


(Bundan önceki blog sürecimde, iletişime giriş adı altında yayınladığım ve toplamda 8 yazıdan oluşan seriyi, tüm yazıları bir daha ulaşılamayacak şekilde silerek sonlandırmıştım. Ancak o yazılardan birini bir arkadaşıma yolladığımı unutmuşum; geçenlerde, bir sosyal mecradaki hesabumda bulunan yazışmalarımı temizlerken karşılaştım. Bloğu yeniden işler kılınca, eskilerden bir parçanın yer almasının uygun olacağını düşündüm.)



4 aylık uzun bir aradan sonra, değişik isimlerle adlandırdığım fakat net bir terimle ifade edemediğim o yaşanmışlık parçalarından aklıma gelenleri yazmak üzere yine buradayım. Yazdıklarım, istisnasız her insanın her bir gününde yaşadığı şeylerdir. Fakat genelde bunlara dikkat etmezler veya etmemeyi tercih ederler. Veyahut da bu tip yaşanmışlıklara, tepkimelere -ki yaşamın tamamı tepkimelerle oluşan interdisipliner
 bir süreçtir- yönelik dikkatlerini, 'Tam seni düşünüyordum sen aradın; tam da bunu istemiştim, karşıma çıktı.' gibi cümlerin ardından gelen 'Kalbin temizmiş.' karşılığını alıp tatmin olduklarında noktalandırmayı tercih ederler. Ben sadece bununla yetinemeyip nedeni üzerinde düşünen biriyim; yani, herhangi bir ayrıcalık içermiyorum. Ve üzgünüm ama yaptığım gözlem ve irdelemelerle bunların kalp temizliğiyle pek de bir alakası olmadığı sonucuna defaatle vardım. Bununla birlikte, bunların raslantısal olaylar olmadığı kanaatinde olduğumu da söylemem gerek.

 Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, bunlar, maneviyat içeren soyut durumlar gibi yorumlansa da evrenin işleyişindeki herşey gibi bilimsel olaylardır. Bunları metafizik, spirituel, dini konular olarak görüp ucuzlaştırma çabası, sadece yeterli bilgi düzeyine sahip olmamamızdan, daha doğrusu bilimin olmazsa olmazı olan deney ve gözlemle somut veriler elde edemeyip delillendirememizden kaynaklanmaktadır.

Benim bunları irdelemem beyhude bir uğraş gibi görünse de hatta çoğu zaman bu görüşe bizzat katılsam da sorgulama ve anlamlandırma isteğimin üstesinden gelip bunları bir kenarı bırakamıyorum. Diğer yandan, pratikte bu ilgi alanımın hakkını verdiğimi de söyleyemem. Şimdilik -uzun aralıklarla olsa da- aklımda kalanları not etmekle yetiniyorum ve bu yazı da onlardan biri.
Her yazımın girizgahında aynı şeyleri tekrar ettiğimin farkındayım. Bunu yapma nedenimi, güncel konuları işleyen televizyon dizilerinin 'Bu dizide geçen kişi ve olaylar tamamen hayal ürünüdür.' açıklamasına benzetebiliriz. Aradaki tek fark, benim açıklamamın dizilerdeki açıklamaya kıyasla: 'Hayal ürünü gibi görünen bu yazıda geçen kişi ve olaylar tamamen gerçektir.' gibi tam tersi bir içeriğe sahip olmasıdır.

Lafı daha da uzatmadan aklımızda kalanları kayıt altına almaya başlayalım.

Bu sene, yani okuduğum üniversitedeki 2012-2013 öğretim yılının başında yine sıkıntılı bir ruh hali içindeyken, seçtiğim bir iki dersi değiştirmek için danışman hocamın yanına gittim. Ders seçimini tamamladıktan sonra huzursuz halimi farkeden hocamla bir süre sohbet ettik. Bu sohbet sırasında ona, yapmak istediklerim ve yapabildiklerim teraziye konduğunda karşılaşılan tablo nedeniyle duyduğum memnuniyetsizlikten, geçmişe yönelik pişmanlıklarımdan, geleceğe yönelik kaygılarımdan ve bu ikisinin yer aldığı ortamda doğal olarak barınamayan anın hakkını verme durumlarından bahsettim. Bununla beraber teoride kendimi fazlasıyla yeterli bulduğumu ama pratikte hep kaçakları oynadığımı ve bundan bir türlü kurtulamadığımı söyledim. Bunların sıradışı durumlar olmadığının farkındayım, atalet kıskacı günümüz gençliğinin pek çoğunu hiçbir çaba harcamadan kollarının arasında tutmakta.
Herneyse, o akşam aynı ruh haliyle eve dönerken iç sesimle kendi kendime söyleniyordum. Şu an yazarken dahi ciddiyetten uzak ve komik gelse de psikolojik sıkıntılarım olduğu için boş ve budalaca bir hayat yaşadığımı yoksa bir dahi bile olabilieceğimi söyleyerek hayıflandım. Ve bu gerçekten gerçekliğine inandığım bir yargıydı o an için.
Ertesi gün okul koridorlarında amaçsızca dolanarak 2-3 saatlik öyle arasından birkaç dakika daha öldürmeye çalışırken sıradışı bir eylemde bulunup fakülte kütüphanesine doğru yöneldim. İçeri girdiğimde karşıma gelen ilk raftaki kitaplara boş gözlerle baktım ve içlerinden rasgele bir kitap çektim; kitabın arka kapağında yazanları olduğu gibi aşağıya aktarıyorum.
'Bilgi edinme ile bir sorunda sahip çıkma arasındaki ilişki çoğu zaman ve doğru olarak teori ile pratik arasındaki ilişkiye benzetilmiştir. Kişi dünyayı yorumlamakla yetinmemeli, gerekiyorsa onu değiştirmeli de. Gerçekten, yorumdan yoksun bir değiştirme kör olduğu kadar; değişimsiz bir yorum da boştur, yararsızdır. Yorum ile değişim ya da teori ile pratik, birbirinden ayrı görünse de birbiriyle öylesine bağlantılıdır ki, uygulama bilgiyi besler ve güçlendirir; bilgi ise uygulamaya öncülük eder. Teori ile pratiğin, aynı şeyler olmadığı bir kez kabul edilince, onların yapıları değişmeye, değişik görünmeye başlar. Teori ile pratik arasında ilişkilerin başka bir yanı, zeka ile karakter arasındaki bağı hatırlatır. Her bireyin belli bir zihin gücüyle dünyaya geldiği ve psikolojik faktörlerin kişinin bir budala veya dahi oluşunda hemen hiç rol oynamadığı bilinmektedir. Fakat, budalalar ve dahiler, normal dağılımın istisnaları(azınlıkta olan grupları)dır. Beni hayrette bırakan husus, bu iki küçük grubada girmeyen çoğunluğun safdilliği olmuştur.'
Takdir edersiniz ki aynı gün içinde vardığım iki kompleks yargıya, ertesi gün 'rastgele' bakılmış bir kitabın arka kapağında karşılık bulmak, buraya kaydetmeye değer niteliktedir. Bu ve daha önce yazdığım benzer olaylar rastlantının her iki tanımına göre de -yani olayların gelişigüzel, nedensiz bir şekilde meydana gelmesine göre de; iki veya daha fazla olayın aynı anda herhangi bir bilgiye, isteğe, kurala ya da kararlaştırılmış belirli bir sebebe dayanmaksızın gerçekleşmesine göre de- rastlantı sayılamaz. Çünkü bu ne birini düşündüğümüzde düşündüğümüz kişinin bizi o anlarda telefonla araması ne de aklımızdan geçen -cevabı tek veya birkaç kelimelik- basit bir soruya karşılık, o an televizyondaki bir filmde geçen alakasız bir diyalogdaki sorumuza anlamca uyumlu cevabı almak gibi bir olay değildir. Zira yargılarımın, sorularımın ve onlara karşılık aldığım cevapların kompleks ve sıradışı olmaları, olasılık hesaplarını altından kalkılamayacak bir seviyeye taşımakta ve bunların rastlantı olarak nitelendirilmelerine engel olmaktadır.
Başka ve daha eğlenceli bir tepkime örneğine geçelim. Her yaz olduğu gibi geçtiğimiz yaz da tatilimin bir bölümünü -genellikle hafta sonlarını- Kuşadası/Davutlar'daki yazlığımızda geçirmekteydim. Dilek Yarımadası'nda bulunan milli park, denize girmek için tercih ettiğimiz yerlerden biridir ve günlerden bir gün, ailece yine oradaydık. Yüzerken zaman zaman, sivrisineğin bol olduğu yazlık beldelerden nasibini almış ayaklarımızdaki ufak yaraları görüp iştahı kabaran küçük balıkların tacizlerine uğramaktaydık. Bu benim için eğlenceli olsa da annem birden ürkmüş ve ardından anne saflığındaki 'Pirana olmasın bunlar!'cümlesiyle beni dumura uğratmıştı. Buna karşılık ben de ona piranaların denizlerde değil tatlı sularda yaşadığını söyledim; bu cevabımdan bir an için emin olamayıp 'Diyelim ki denizde olsun, Türkiye'de pirananın ne işi var!' diye de ekledim. Ardından kendi kendime 'Türkiye'de yoktur deme ya? Yoktur tabi oğlum, saçmalama.' diye söylendim. Aradan iki gün geçti ve hergün yaptığım gibi internette günlük haberleri okurken 'kısmen' saçmaladığımın farkına varmamı sağlayan o haberle karşılaştım. Haberi buraya yazıyorum ve habere ait linki de aşağıda sizle paylaşıyorum.
Meriç Nehri’nde pirana yakalandı Meriç Nehri’nde, balıkçı ağlarına, genellikle Güney Amerika’da rastlanan, grup halinde avlanan ve avını kısa sürede iskeleti kalıncaya kadar yiyen pirana takıldığı iddia edildi.
Amatör balıkçı Kadir Össal, nehirde 20 yıldır balıkçılık yaptığını ilk defa bir pirana yakaladığını ileri sürdü.
Türkiye’de piranaların yaşamadığını, büyük ihtimalle daha önce akvaryumda beslenen balığın göle bırakıldığını anlatan Össal, piranaların sürü halinde yaşayan hayvanlar olması nedeniyle başka piranaların da gölde bulunmasının muhtemel olduğunu belirtti.
45 santimetre uzunluğundaki sivri dişli balığın pirana olduğunu iddia eden Össal ”ilk defa şaşkınlığa uğradık. Bu bir pirana. Meriç Nehri’nden böyle bir balığın çıkması şaşkınlık yarattı, aynı zamanda nehrinde balıkçılığında sonu olabilecek bir şey. Bu etçil bir balık insanlarda giriyor nehre sonuçta ne olacağını kestiremiyorum. Uzmanlar tarafından incelenmesini istiyorum” dedi. Balıkçı Çetin Barçın ise yakalanan dişli balığın nehirde bulunan diğer balıklara da zarar vereceğini belirtti.
Barçın, ”Meriç Nehri’nde bu balıktan çoğaldıysa, bırakın diğer balıkları aç kalınca inanlara bile saldırırlar. Biz bu balığı ilk defa yakaladık. Eğer çok olsaydı mutlaka ağlara takılırdı. Büyük ihtimalle akvaryumda beslemekten sıkılan bir kişi bu balığı nehre atmış” diye konuştu.
http://gundem.milliyet.com.tr/meric-nehri-nde-pirana-yakalandi/gundem/gundemdetay/31.07.2012/1574313/default.htm

Anlattığım bütün olayların -genel anlamda- hemen hemen aynı olduğunu biliyorum ve bunlardan binlerce olsa da sadece hatırladıklarım arasından, ilk olarak, okunduğunda insana bir şeyler katan mesajlar çıkarılabilecek olanlarını, ikinci olarak da içeriğinde çok sık karşılaşmadığımız, eğlenceli unsurlar barındıranları kaydetmeye çalışıyorum. Bu kayıt da pirana nedeniyle ikinci kısım kayıtlardan biriydi.
Yakın tarihteki bir başka örneği kaydedelim şimdi de. Uyumak üzere yatağa yattığınız ilk anlarda, laf lafı açar tabirine -sürat anlamında fark atsa da- benzer şekilde düşünce düşünceyi açar, oradan oraya sürüklenirsiniz ya, işte o klasik anlardandı ve 6.5 milyarlık insan nüfusunun çok fazla olduğunu, şu koca dünyada yüz kişi olsaydı dünyanın belki daha basit ama daha huzurlu bir yer olabileceğini düşündüm. Fakat ardından aklıma The Walking Dead adlı dizi geldi ve sayıca çok az insan kalmasına rağmen orada da birbirleriyle çatıştıklarını düşündüm. Sonra 'Gerçekten 100 kişinin yaşadığı bir dünya olsa nasıl olurdu?' diye bi soru geçti aklımdan. Bu sorudan 2 veya 3 gün sonra, fakülte kantininde ders saatinin gelmesini beklerken okuduğum gazetede, 100 kişilik dünya nasıl olurdu türevi bir başlıkla yayımlanmış bir haberle karşılaştım. Haberin içeriğinde 100 kişilik bir dünya olsa cinsiyet, ırk, dini inanç, yaşam koşulları vb. açısından nasıl bir dağılım olacağına dair rakamlar verilmişti. Haberde araştırmayı yapan kuruluşun adı -Daily infografic- verilmişti ve daha sonra bu olayı kayıt altına almak isteyeceğimi düşünerek kuruluşun adını telefonuma yazdım. Fakat az önce kurumun adını yazarak yaptığım aramalarda, o gün o gazetede yeralan haberi bulamasam da ve oradaki haber daha kapsamlı olsa da yapılan bu araştırmanın farklı kaynaklarda yayımlanan haberlerini buldum. Eğer dünyâmızı, oranlarını değiştirmeden 100 kişilik küçük bir kasaba boyutuna düşürebilseydik ne olurdu? 57 kişi Asya'lı, 21 kişi Avrupa'lı, 14 kişi Amerika'lı, 8 kişi Afrika'lı, 52 kadın, 48 erkek, 30 beyaz renkli, 70 diğer renklerden, 30 Hıristiyan, 80 kişi standartların altında evlerde yaşardı.70 kişi okuma yazma bilmezdi.50 kişi kötü beslenirdi.1 kişi doğmak üzere, 1 kişi de ölmek üzere olurdu.Sadece 1 kişi üniversite eğitimi alır, sadece 1 kişinin bilgisayarı olurdu.
Yine benzer tarzda başka bir olaya geçelim. Bundan 2 ay önce İzmir'deydim. Sıradan bir gündeki sıradan eylemlerimden birini gerçekleştiriyordum; yani belgesel izliyordum. Her ne kadar savana belgesellerinden sıkılalı yıllar olsa da arada sırada onları da izlerim. Ekranda bu kez zebralar vardı, bir an için acaba zebranın atla çiftleşmesinden yavru meydana geliyor mu, gelse nasıl bir şeye benzer ve katır gibi soyunu devam ettiremez mi acaba diye sordum kendi kendime. Çünkü çokça belgesel izlememe rağmen bu zamana kadar o türde bir hayvanı görmemiş olmam garip gelmişti. Birkaç gün sonra otobüsle Eskişehire dönerken televizyonda Ayna isimli gezelim-görelim tarzı programa denk geldim. Beğenmediğim bir program olsa da çok fazla seçeneğim olmadığından ve Güney Amerika ülkelerini sevdiğimden izlemeye karar verdim zira program Kolombiya'da geçmekteydi. Neyse, programın ortalarında sunucu bir at çiftliğine gitti ve bir iki midilli gösterdikten sonra kare değişti ve tahmin edeceğiniz hayvan ekranda göründü. Babası at annesi zebra olan hayvanın dünyada sadece Kolombiya'da bulunduğunu, sayılarının beş tane olduğunu ve bu girişime 4 yıl önce başlanmış olduğunu söyledi.
Bu ve daha önce yazdığım buna benzer örnekler, bana her seferinde, soruların cevapları, cevapların da soruları var ettiğini, dolayısıyla soru sormanın hayatta insana verilmiş en büyük lütuf ve bu lütufu doğru kullanmanın en büyük hazine olduğunu hatırlatır. Ne olursa olsun soru sormaktan vazgeçmemeliyiz; ne mutlu bu nimetin kıymetini bilenlere!
Bir başka olay. Yazlıktaydım, içeriğini şu an hatırlayamadığım bir konu hakkında babamla konuşmaktaydık. Birisi hakkında olumsuz bir eleştride bulunduğunu hatırlıyorum sadece. Bunun üzerine ona egolarından kurtulmasını gerektirdiğini, bunun da bir bağımlılık türü olduğunu ve insanı mutsuz eden şeyin bağımlılıklar olduğunu söyledim. Buna karşılık bana şakayla karışık 'Egom olmadan yaşayamam ben.' gibilerinden bir cevap verdi. Tebessüm ettikten sonra aklımdan kendim de dahil olmak üzere ne onunla ne de onsuz olamadığımızı düşündüm ve çağrışım bu ya aklıma Müslüm Gürses'in 'Ben Senin Kulun muyum?' şarkısındaki 'Ne senle yaşanıyor ne de sensiz oluyor!' dizesi geçti. Eve de alkollü döndüğümden o an o şarkıyı dinlemeyi gerçekten çok istemiştim ama ne yazık ki yazlıkta internet yoktu. Telefonumda internet vardı fakat internetten müzik dinlemek için yeterli seviyede değildi. Ardından işte imkansız bir durum diye düşündüm: Bu gece, bu şarkıyı dinleyemem. Sonrasında odama çıkıp kitap okumaya karar verdim, bir-iki saat sonra kitapta bilmediğim bir kelimeyle karşılaştım. İnternetten anlamına bakmak istedim fakat siteye girerken hafıza doldu uyarısıyla karşılaştım. Kayıtlı fotoğraflardan gereksiz olanları silmek istedim, eski tarihlerde çekilmiş 8-9 resim sildikten sonra resimlerin arasında tanıdık gelmeyen bir videoyla karşılaştım ve açtığımda yüzümde bir gülümseme hasıl oldu. Tıkladığımda karşılaştım içerik, yaklaşık bir yıl önce Eskişehir'deki evimin penceresinden çekilmiş yağmurun şiddetle yağdığı anlardı. Yüzümde gülümsemeye neden olansa fonda çalan, son ses açılarak kaydedilmiş şarkıydı!
Bu tip örnekler bana hep, neden-sonuç ilişkisinin anlık olmadığını, zaman içinde nasıl yayılabildiğini, zamanın göreceliliğini, neden ve sonuçların zamandan bağımsız olduğunu, dolayısıyla neleri neden neleri sonuç olarak saptayabileceğimizi belirlemenin öyle göründüğü gibi basit olmadığını ve insan algısının ötesinde bir algı gerektirdiğini düşündürmüştür. Ayrıca yaşamlarımızda imkansız kelimesinin beklenmedik şekilde devre dışı kaldığı örneklerdeki en büyük rolün bu kurguya ait olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla geçmişimizi -çok ender rastlanan bazı obsesif beyinler hariç- tüm anlarıyla hatırlayamayacağımızdan ve gelecekte karşımıza çıkacak tüm olasılıkları -evrimimizin şu anki aşaması dahilinde- mevcut yetilerimizle bilemeyeceğimizden ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi tanrısal bir farkındalık ve zekayla hesaplayamayacağımızdan dolayı yaşadığımız ana ve yakın geleceğe yönelik değerlendirmelerimizde imkansız tabirini inanarak kullanabilmek neredeyse imkansızdır. Bu nedenle ne olursa olsun devam etmek, insanın olmazsa olmazı olmalıdır.
Yine yazlıkta başka bir gün, babam ve annemle kumsaldaydık ve kardeşlerimin eşleriyle olan durumları, evlilik hayatları hakkında konuşuyorduk. Sohbetin bir bölümünde yalnız yaşamanın evlilikten çok daha rahat ve güzel olduğunu, her zaman yalnız yaşayacağımı söyledim. Buna endişeli bir şekilde tepki verdiler ve yalnızlığın kötülüğünden detaylıca bahsederek bu görüşümden vazgeçmem gerektiğini ısrarla vurguladılar. Ben de hayatın bana ait olduğunu söyledim ve istediğim gibi gibi yaşarım diyip kestrip attım. Son olarak da yalnızlığın çok daha iyi olduğunu ileri süren bikaç örnek daha verdim.
Her neyse, eve döndüğümüzde televizyonu açtım ve şu an Youtube'tan baktığımda, 05:39'uncu saniyesinden izlemeye başladığımı öğrendiğim Lamekan isimli belgeselde, ihtiyar adamın azından dökülen sözler şu şekildeydi: 'Hiç kimsem yok benim. Yani dünyada yapayalnız kaldım. Yalnızlık!.. Ne bileyim, nasıl anlatayım yani bunu ben size? Allah kimseyi yalnız bırakmasın diyim! Yalnızlık kötü bir şey! İnsanın bir arkadaşı olacak. Benim hiç arkadaşım olmadığı zaman sandalyelerle konuşuyorum. Sandalyeye diyorum nasılsın, iyi misin? Sandalye de diyo 'E iyiyim iyiyim, sen nasılsın.?' diyor, heh heh! Biraz espri edelim.
Bu ihtiyar sonunu espriyle bağlasa da belgeselin devamında çok daha ızdırap dolu yalnızlık hikayeleri gözler önüne serildi ve bu belgesel gerçekten, kumsalda anlayamadıklarımı, daha doğrusu anladığım halde önemsiz gördüklerimi, kafama balyozla vurulmuş gibi hissettirerek önemsetmişti.
Hatırladığım tepkimeler arasından birkaçını daha -hatırladığım kadarıyla- yazarak devam edelim. Bundan 3-4 ay kadar önce sıradan bir günün akşam üstünde biraz hava almak amacıyla yürüyüşe çıkmıştım. Bir an için zihnimde sürekli konuşarak olumsuzluk bombardımana neden olan o sesi ferkettim, bu yeni bir farkındalık değildi elbette, kendimi bildim bileli olumsuz düşüncelerden muzdarip biriydim. Fakat o an, sürekli olumsuz düşünceler oluşturan; düşüncelerin hayatın yapı taşı olduğu gerçeğini defalarca kez tecrübe ederek bildiğinden, sürekli kaygı ve korku üreten ve bu sürecin işleyişini bildiği için mevcut olumsuz düşüncelerini ve kaygılarını insanlarla paylaşmayı anlamsız ve gereksiz bularak zehriyle yaşamaya devam eden bir beyne sahip bedenin aslında yaşamadını düşündüm. Zihnimdeki bu sesi nasıl susturabilirim, nasıl gerçekten yaşamaya başlayabilirim diye sordum kendi kendime. Daha sonra eve gelip bilgisayarımı açtığımda facebook hesabımın ana sayfasındaki en son paylaşım şuydu:
Bu video düşüncelerime cevap olsa da videoda ulaşılması amaçlanan durumun belli bir seviyeye gelindikten sonra amaçlanması gereken bir durum olduğunu düşünüyorum. Zira gelişim için çatışmalara ihtiyacımız vardır. Gerçi bu durum da kendi içinde çatışmalar içerse ve mücadele gerektirse de bence içsesimizle oluşturduğumuz çatışmaları yeteri kadar yaşamadan bu duruma ulaşmaya çalışmak pek de doğru değil. Zira belki bu duruma erişip huzur ve mutluluğu bulabiliriz ama bu bence işin kolayına kaçmak olur. Neden bu şekilde düşündüğümü sıradaki tepkime örneğini anlattıktan sonra yapacağım genel değerlendirmede anlatacağım.
Son olarak eklemek istediğim bir-iki ufak olay daha var. Geçen yıl Sci Tech TV'de, 'Welcome to the Nanoworld' isimli 4 bölümlük belgesel dizisinin ilk bölümü olan 'From Micro to Nano' yu izliyordum. Hepimiz bu konuya az çok aşina olsak da bu belgeselde nanoteknolojinin ne olduğu, geçmişi, bugünü ve yarınlarında neler olabileceği kapsamlı bir şekilde anlatılıyordu. Belgeseli izlerken çok etkilenmiştim; özellikle bu teknolojinin gelecekte ne gibi amaçlarla ne gibi icatlara neden olabileceğinin anlatıldığı kısımlarda buruk bir coşku hissettim; hatta, üzüldüğümü açıkça söylemeliyim . Çünkü bilim ve teknolojideki gelişim, benim geleceği -bundan beş yüz ya da bin yıl sonrasını- görmeyi arzulamamın en büyük nedeni olmuştur. Belgeselin sonlarına doğru bu düşünce eşliğinde büyük bir hayıflanma yaşarken, gelecek hakkında konuşan 70 yaşlarındaki profesörden beni kısmen rahatlatacak ve bu düşüncelerime adeta cevap olacak bir cümle geldi. Bu alanın ve bu alanda devam eden gelişmenin muhteşemliğinden ve gelecekte olabileceklerden bahsettikten sonra, o da benim gibi hayıflanarak 'Keşke şimdi 25 yaşında olsaydım!' dedi. Bu beni rahatlattı çünkü o belgeseli izlediğimde 25 yaşındaydım. Tabii ki profesörün, bu konuda hayıflanarak 'Keşke şimdi 70 yaşında olsaydım!' diyen başka bir profesörle karşılaşması sanırım düşük bir ihtimal. Bu yüzden şanslı olduğumu söyleyebilirim. Bu arada tüm aramalarıma rağmen değil Türkçe altyazılısını, İngilizcesini bile bulamadım bu belgeselin. Youtube'ta da sadece üçüncü bölümü eklenmiş. Fakat bir çok sitede satılıyor.
Görünen o ki bu tepkimeden anlamam gereken, bu dünyaya geliş zamanımız bizim için en doğru zaman; bu yüzden geçmişe veya geleceğe yönelik keşkeli cümleler kurmak yerine yaşadığımız dönemin hakkını vermeliyiz ki zaten en azından şu ana kadar başka bir şansımız olmadığını biliyoruz.
Tüm bu anlattıklarımdan yapılabilecek başka bir çıkarım da şudur ki olumsuz iç sesimizin çıkarımları aynı anda başka bir yerde aksini oluşturur ya da kendi oluşumuyla halihazırda bulunan aksinin çekim alanına girer ve bu eşzamanlılık sayesinde birbirlerini bulurlar. Bu durum insandaki olumsuzluğu ortadan kaldırıp uyumlanmaya ve gelişmeye neden olma amaçlıdır. Diğer bir tarafta da olumlu kurgularımız aksleriyle buluşur ve bu çatışma da olumlu kurgularımızı güçlendirerek uyumlanmaya ve gelişmeye neden olma amaçlıdır. Kısacası tüm bunlar evrimin temel fonksiyonlarıdır ve bence, asıl sihirli, asıl büyülü, asıl mucizevi olan budur. İmkansız veya rastlantı denilen olayların bilimsel nedenlerle oluşmasındaki ihtişam, denizin bir asa darbesiyle ikiye ayrılması ya da bir insanın suyun üzerinde yürünmesi gibi anlatılarda yer aldığı düşünülen ihtişamdan kıyaslanamayacak derecede fazladır. Bunu gerçekten kavrayan insan bir kum tanesine baktığında dahi ihtiyaç duyduğu tüm ihtişam ve mucizeyi iliklerine kadar hisseder; hatta, o tek kum tanesinin altında ezililerek altından kalkmakta zorlanacağı duygu durumlarında, oradan oraya savrulurken kendini kaybedebilir ve bu kayboluş, gerçek anlamda kendini bulmanın olmazsa olmazıdır.

https://fbstatic-a.akamaihd.net/rsrc.php/v2/y4/r/-PAXP-deijE.gif