(Bundan önceki blog sürecimde, iletişime giriş adı altında yayınladığım ve toplamda 8 yazıdan oluşan seriyi, tüm yazıları bir daha ulaşılamayacak şekilde silerek sonlandırmıştım. Ancak o yazılardan birini bir arkadaşıma yolladığımı unutmuşum; geçenlerde, bir sosyal mecradaki hesabumda bulunan yazışmalarımı temizlerken karşılaştım. Bloğu yeniden işler kılınca, eskilerden bir parçanın yer almasının uygun olacağını düşündüm.)
4 aylık uzun bir
aradan sonra, değişik isimlerle adlandırdığım fakat net bir terimle ifade
edemediğim o yaşanmışlık parçalarından aklıma gelenleri yazmak üzere yine
buradayım. Yazdıklarım, istisnasız her insanın her bir gününde yaşadığı
şeylerdir. Fakat genelde bunlara dikkat etmezler veya etmemeyi tercih ederler.
Veyahut da bu tip yaşanmışlıklara, tepkimelere -ki yaşamın tamamı tepkimelerle
oluşan interdisipliner bir süreçtir- yönelik dikkatlerini, 'Tam seni düşünüyordum sen
aradın; tam da bunu istemiştim, karşıma çıktı.' gibi cümlerin ardından gelen
'Kalbin temizmiş.' karşılığını alıp tatmin olduklarında noktalandırmayı tercih
ederler. Ben sadece bununla yetinemeyip nedeni üzerinde düşünen biriyim; yani,
herhangi bir ayrıcalık içermiyorum. Ve üzgünüm ama yaptığım gözlem ve
irdelemelerle bunların kalp temizliğiyle pek de bir alakası olmadığı sonucuna
defaatle vardım. Bununla birlikte, bunların raslantısal olaylar olmadığı
kanaatinde olduğumu da söylemem gerek.
Daha önceki yazılarımda da belirttiğim
gibi, bunlar, maneviyat içeren soyut durumlar gibi yorumlansa da evrenin
işleyişindeki herşey gibi bilimsel olaylardır. Bunları metafizik, spirituel,
dini konular olarak görüp ucuzlaştırma çabası, sadece yeterli bilgi düzeyine
sahip olmamamızdan, daha doğrusu bilimin olmazsa olmazı olan deney ve gözlemle
somut veriler elde edemeyip delillendirememizden kaynaklanmaktadır.
Benim
bunları irdelemem beyhude bir uğraş gibi görünse de hatta çoğu zaman bu görüşe
bizzat katılsam da sorgulama ve anlamlandırma isteğimin üstesinden gelip
bunları bir kenarı bırakamıyorum. Diğer yandan, pratikte bu ilgi alanımın
hakkını verdiğimi de söyleyemem. Şimdilik -uzun aralıklarla olsa da- aklımda
kalanları not etmekle yetiniyorum ve bu yazı da onlardan biri.
Her yazımın
girizgahında aynı şeyleri tekrar ettiğimin farkındayım. Bunu yapma nedenimi,
güncel konuları işleyen televizyon dizilerinin 'Bu dizide geçen kişi ve olaylar
tamamen hayal ürünüdür.' açıklamasına benzetebiliriz. Aradaki tek fark, benim
açıklamamın dizilerdeki açıklamaya kıyasla: 'Hayal ürünü gibi görünen bu yazıda
geçen kişi ve olaylar tamamen gerçektir.' gibi tam tersi bir içeriğe sahip
olmasıdır.
Lafı daha da uzatmadan
aklımızda kalanları kayıt altına almaya başlayalım.
Bu sene, yani okuduğum
üniversitedeki 2012-2013 öğretim yılının başında yine sıkıntılı bir ruh hali
içindeyken, seçtiğim bir iki dersi değiştirmek için danışman hocamın yanına
gittim. Ders seçimini tamamladıktan sonra huzursuz halimi farkeden hocamla bir
süre sohbet ettik. Bu sohbet sırasında ona, yapmak istediklerim ve
yapabildiklerim teraziye konduğunda karşılaşılan tablo nedeniyle duyduğum
memnuniyetsizlikten, geçmişe yönelik pişmanlıklarımdan, geleceğe yönelik
kaygılarımdan ve bu ikisinin yer aldığı ortamda doğal olarak barınamayan anın
hakkını verme durumlarından bahsettim. Bununla beraber teoride kendimi
fazlasıyla yeterli bulduğumu ama pratikte hep kaçakları oynadığımı ve bundan
bir türlü kurtulamadığımı söyledim. Bunların sıradışı durumlar olmadığının
farkındayım, atalet kıskacı günümüz gençliğinin pek çoğunu hiçbir çaba
harcamadan kollarının arasında tutmakta.
Herneyse, o akşam aynı
ruh haliyle eve dönerken iç sesimle kendi kendime söyleniyordum. Şu an yazarken
dahi ciddiyetten uzak ve komik gelse de psikolojik sıkıntılarım olduğu için boş
ve budalaca bir hayat yaşadığımı yoksa bir dahi bile olabilieceğimi söyleyerek
hayıflandım. Ve bu gerçekten gerçekliğine inandığım bir yargıydı o an için.
Ertesi gün okul
koridorlarında amaçsızca dolanarak 2-3 saatlik öyle arasından birkaç dakika
daha öldürmeye çalışırken sıradışı bir eylemde bulunup fakülte kütüphanesine
doğru yöneldim. İçeri girdiğimde karşıma gelen ilk raftaki kitaplara boş
gözlerle baktım ve içlerinden rasgele bir kitap çektim; kitabın arka kapağında
yazanları olduğu gibi aşağıya aktarıyorum.
'Bilgi edinme ile bir
sorunda sahip çıkma arasındaki ilişki çoğu zaman ve doğru olarak teori ile
pratik arasındaki ilişkiye benzetilmiştir. Kişi dünyayı yorumlamakla
yetinmemeli, gerekiyorsa onu değiştirmeli de. Gerçekten, yorumdan yoksun bir
değiştirme kör olduğu kadar; değişimsiz bir yorum da boştur, yararsızdır. Yorum
ile değişim ya da teori ile pratik, birbirinden ayrı görünse de birbiriyle
öylesine bağlantılıdır ki, uygulama bilgiyi besler ve güçlendirir; bilgi ise
uygulamaya öncülük eder. Teori ile pratiğin, aynı şeyler olmadığı bir kez kabul
edilince, onların yapıları değişmeye, değişik görünmeye başlar. Teori ile
pratik arasında ilişkilerin başka bir yanı, zeka ile karakter arasındaki bağı
hatırlatır. Her bireyin belli bir zihin gücüyle dünyaya geldiği ve psikolojik
faktörlerin kişinin bir budala veya dahi oluşunda hemen hiç rol oynamadığı
bilinmektedir. Fakat, budalalar ve dahiler, normal dağılımın
istisnaları(azınlıkta olan grupları)dır. Beni hayrette bırakan husus, bu iki
küçük grubada girmeyen çoğunluğun safdilliği olmuştur.'
Takdir edersiniz ki
aynı gün içinde vardığım iki kompleks yargıya, ertesi gün 'rastgele' bakılmış
bir kitabın arka kapağında karşılık bulmak, buraya kaydetmeye değer
niteliktedir. Bu ve daha önce yazdığım benzer olaylar rastlantının her iki
tanımına göre de -yani olayların gelişigüzel, nedensiz bir şekilde meydana
gelmesine göre de; iki veya daha fazla olayın aynı anda herhangi bir bilgiye,
isteğe, kurala ya da kararlaştırılmış belirli bir sebebe dayanmaksızın
gerçekleşmesine göre de- rastlantı sayılamaz. Çünkü bu ne birini düşündüğümüzde
düşündüğümüz kişinin bizi o anlarda telefonla araması ne de aklımızdan geçen
-cevabı tek veya birkaç kelimelik- basit bir soruya karşılık, o an
televizyondaki bir filmde geçen alakasız bir diyalogdaki sorumuza anlamca
uyumlu cevabı almak gibi bir olay değildir. Zira yargılarımın, sorularımın ve
onlara karşılık aldığım cevapların kompleks ve sıradışı olmaları, olasılık
hesaplarını altından kalkılamayacak bir seviyeye taşımakta ve bunların
rastlantı olarak nitelendirilmelerine engel olmaktadır.
Başka ve daha
eğlenceli bir tepkime örneğine geçelim. Her yaz olduğu gibi geçtiğimiz yaz da
tatilimin bir bölümünü -genellikle hafta sonlarını- Kuşadası/Davutlar'daki
yazlığımızda geçirmekteydim. Dilek Yarımadası'nda bulunan milli park, denize
girmek için tercih ettiğimiz yerlerden biridir ve günlerden bir gün, ailece
yine oradaydık. Yüzerken zaman zaman, sivrisineğin bol olduğu yazlık
beldelerden nasibini almış ayaklarımızdaki ufak yaraları görüp iştahı kabaran
küçük balıkların tacizlerine uğramaktaydık. Bu benim için eğlenceli olsa da
annem birden ürkmüş ve ardından anne saflığındaki 'Pirana olmasın
bunlar!'cümlesiyle beni dumura uğratmıştı. Buna karşılık ben de ona piranaların
denizlerde değil tatlı sularda yaşadığını söyledim; bu cevabımdan bir an için
emin olamayıp 'Diyelim ki denizde olsun, Türkiye'de pirananın ne işi var!' diye
de ekledim. Ardından kendi kendime 'Türkiye'de yoktur deme ya? Yoktur tabi
oğlum, saçmalama.' diye söylendim. Aradan iki gün geçti ve hergün yaptığım gibi
internette günlük haberleri okurken 'kısmen' saçmaladığımın farkına varmamı
sağlayan o haberle karşılaştım. Haberi buraya yazıyorum ve habere ait linki de
aşağıda sizle paylaşıyorum.
Meriç Nehri’nde pirana
yakalandı Meriç Nehri’nde, balıkçı ağlarına, genellikle Güney Amerika’da
rastlanan, grup halinde avlanan ve avını kısa sürede iskeleti kalıncaya kadar
yiyen pirana takıldığı iddia edildi.
Amatör balıkçı Kadir
Össal, nehirde 20 yıldır balıkçılık yaptığını ilk defa bir pirana yakaladığını
ileri sürdü.
Türkiye’de piranaların
yaşamadığını, büyük ihtimalle daha önce akvaryumda beslenen balığın göle
bırakıldığını anlatan Össal, piranaların sürü halinde yaşayan hayvanlar olması
nedeniyle başka piranaların da gölde bulunmasının muhtemel olduğunu belirtti.
45 santimetre
uzunluğundaki sivri dişli balığın pirana olduğunu iddia eden Össal ”ilk defa
şaşkınlığa uğradık. Bu bir pirana. Meriç Nehri’nden böyle bir balığın çıkması
şaşkınlık yarattı, aynı zamanda nehrinde balıkçılığında sonu olabilecek bir
şey. Bu etçil bir balık insanlarda giriyor nehre sonuçta ne olacağını
kestiremiyorum. Uzmanlar tarafından incelenmesini istiyorum” dedi. Balıkçı
Çetin Barçın ise yakalanan dişli balığın nehirde bulunan diğer balıklara da
zarar vereceğini belirtti.
Barçın, ”Meriç
Nehri’nde bu balıktan çoğaldıysa, bırakın diğer balıkları aç kalınca inanlara
bile saldırırlar. Biz bu balığı ilk defa yakaladık. Eğer çok olsaydı mutlaka
ağlara takılırdı. Büyük ihtimalle akvaryumda beslemekten sıkılan bir kişi bu
balığı nehre atmış” diye konuştu.
Yakın tarihteki bir
başka örneği kaydedelim şimdi de. Uyumak üzere yatağa yattığınız ilk anlarda,
laf lafı açar tabirine -sürat anlamında fark atsa da- benzer şekilde düşünce
düşünceyi açar, oradan oraya sürüklenirsiniz ya, işte o klasik anlardandı ve
6.5 milyarlık insan nüfusunun çok fazla olduğunu, şu koca dünyada yüz kişi
olsaydı dünyanın belki daha basit ama daha huzurlu bir yer olabileceğini
düşündüm. Fakat ardından aklıma The Walking Dead adlı dizi geldi ve sayıca çok
az insan kalmasına rağmen orada da birbirleriyle çatıştıklarını düşündüm. Sonra
'Gerçekten 100 kişinin yaşadığı bir dünya olsa nasıl olurdu?' diye bi soru
geçti aklımdan. Bu sorudan 2 veya 3 gün sonra, fakülte kantininde ders saatinin
gelmesini beklerken okuduğum gazetede, 100 kişilik dünya nasıl olurdu türevi
bir başlıkla yayımlanmış bir haberle karşılaştım. Haberin içeriğinde 100
kişilik bir dünya olsa cinsiyet, ırk, dini inanç, yaşam koşulları vb. açısından
nasıl bir dağılım olacağına dair rakamlar verilmişti. Haberde araştırmayı yapan
kuruluşun adı -Daily infografic- verilmişti ve daha sonra bu olayı kayıt altına
almak isteyeceğimi düşünerek kuruluşun adını telefonuma yazdım. Fakat az önce
kurumun adını yazarak yaptığım aramalarda, o gün o gazetede yeralan haberi
bulamasam da ve oradaki haber daha kapsamlı olsa da yapılan bu araştırmanın
farklı kaynaklarda yayımlanan haberlerini buldum. Eğer dünyâmızı, oranlarını
değiştirmeden 100 kişilik küçük bir kasaba boyutuna düşürebilseydik ne olurdu?
57 kişi Asya'lı, 21 kişi Avrupa'lı, 14 kişi Amerika'lı, 8 kişi Afrika'lı, 52
kadın, 48 erkek, 30 beyaz renkli, 70 diğer renklerden, 30 Hıristiyan, 80 kişi
standartların altında evlerde yaşardı.70 kişi okuma yazma bilmezdi.50 kişi kötü
beslenirdi.1 kişi doğmak üzere, 1 kişi de ölmek üzere olurdu.Sadece 1 kişi
üniversite eğitimi alır, sadece 1 kişinin bilgisayarı olurdu.
Yine benzer tarzda
başka bir olaya geçelim. Bundan 2 ay önce İzmir'deydim. Sıradan bir gündeki
sıradan eylemlerimden birini gerçekleştiriyordum; yani belgesel izliyordum. Her
ne kadar savana belgesellerinden sıkılalı yıllar olsa da arada sırada onları da
izlerim. Ekranda bu kez zebralar vardı, bir an için acaba zebranın atla
çiftleşmesinden yavru meydana geliyor mu, gelse nasıl bir şeye benzer ve katır
gibi soyunu devam ettiremez mi acaba diye sordum kendi kendime. Çünkü çokça
belgesel izlememe rağmen bu zamana kadar o türde bir hayvanı görmemiş olmam
garip gelmişti. Birkaç gün sonra otobüsle Eskişehire dönerken televizyonda Ayna
isimli gezelim-görelim tarzı programa denk geldim. Beğenmediğim bir program
olsa da çok fazla seçeneğim olmadığından ve Güney Amerika ülkelerini
sevdiğimden izlemeye karar verdim zira program Kolombiya'da geçmekteydi. Neyse,
programın ortalarında sunucu bir at çiftliğine gitti ve bir iki midilli gösterdikten
sonra kare değişti ve tahmin edeceğiniz hayvan ekranda göründü. Babası at
annesi zebra olan hayvanın dünyada sadece Kolombiya'da bulunduğunu, sayılarının
beş tane olduğunu ve bu girişime 4 yıl önce başlanmış olduğunu söyledi.
Bu ve daha önce yazdığım
buna benzer örnekler, bana her seferinde, soruların cevapları, cevapların da
soruları var ettiğini, dolayısıyla soru sormanın hayatta insana verilmiş en
büyük lütuf ve bu lütufu doğru kullanmanın en büyük hazine olduğunu hatırlatır.
Ne olursa olsun soru sormaktan vazgeçmemeliyiz; ne mutlu bu nimetin kıymetini
bilenlere!
Bir başka olay.
Yazlıktaydım, içeriğini şu an hatırlayamadığım bir konu hakkında babamla
konuşmaktaydık. Birisi hakkında olumsuz bir eleştride bulunduğunu hatırlıyorum
sadece. Bunun üzerine ona egolarından kurtulmasını gerektirdiğini, bunun da bir
bağımlılık türü olduğunu ve insanı mutsuz eden şeyin bağımlılıklar olduğunu
söyledim. Buna karşılık bana şakayla karışık 'Egom olmadan yaşayamam ben.'
gibilerinden bir cevap verdi. Tebessüm ettikten sonra aklımdan kendim de dahil
olmak üzere ne onunla ne de onsuz olamadığımızı düşündüm ve çağrışım bu ya
aklıma Müslüm Gürses'in 'Ben Senin Kulun muyum?' şarkısındaki 'Ne senle
yaşanıyor ne de sensiz oluyor!' dizesi geçti. Eve de alkollü döndüğümden o an o
şarkıyı dinlemeyi gerçekten çok istemiştim ama ne yazık ki yazlıkta internet
yoktu. Telefonumda internet vardı fakat internetten müzik dinlemek için yeterli
seviyede değildi. Ardından işte imkansız bir durum diye düşündüm: Bu gece, bu
şarkıyı dinleyemem. Sonrasında odama çıkıp kitap okumaya karar verdim, bir-iki
saat sonra kitapta bilmediğim bir kelimeyle karşılaştım. İnternetten anlamına
bakmak istedim fakat siteye girerken hafıza doldu uyarısıyla karşılaştım.
Kayıtlı fotoğraflardan gereksiz olanları silmek istedim, eski tarihlerde
çekilmiş 8-9 resim sildikten sonra resimlerin arasında tanıdık gelmeyen bir
videoyla karşılaştım ve açtığımda yüzümde bir gülümseme hasıl oldu.
Tıkladığımda karşılaştım içerik, yaklaşık bir yıl önce Eskişehir'deki evimin
penceresinden çekilmiş yağmurun şiddetle yağdığı anlardı. Yüzümde gülümsemeye
neden olansa fonda çalan, son ses açılarak kaydedilmiş şarkıydı!
Bu tip örnekler bana
hep, neden-sonuç ilişkisinin anlık olmadığını, zaman içinde nasıl
yayılabildiğini, zamanın göreceliliğini, neden ve sonuçların zamandan bağımsız
olduğunu, dolayısıyla neleri neden neleri sonuç olarak saptayabileceğimizi
belirlemenin öyle göründüğü gibi basit olmadığını ve insan algısının ötesinde
bir algı gerektirdiğini düşündürmüştür. Ayrıca yaşamlarımızda imkansız
kelimesinin beklenmedik şekilde devre dışı kaldığı örneklerdeki en büyük rolün
bu kurguya ait olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla geçmişimizi -çok ender
rastlanan bazı obsesif beyinler hariç- tüm anlarıyla hatırlayamayacağımızdan ve
gelecekte karşımıza çıkacak tüm olasılıkları -evrimimizin şu anki aşaması
dahilinde- mevcut yetilerimizle bilemeyeceğimizden ve bu ikisi arasındaki
ilişkiyi tanrısal bir farkındalık ve zekayla hesaplayamayacağımızdan dolayı
yaşadığımız ana ve yakın geleceğe yönelik değerlendirmelerimizde imkansız
tabirini inanarak kullanabilmek neredeyse imkansızdır. Bu nedenle ne olursa
olsun devam etmek, insanın olmazsa olmazı olmalıdır.
Yine yazlıkta başka
bir gün, babam ve annemle kumsaldaydık ve kardeşlerimin eşleriyle olan
durumları, evlilik hayatları hakkında konuşuyorduk. Sohbetin bir bölümünde
yalnız yaşamanın evlilikten çok daha rahat ve güzel olduğunu, her zaman yalnız
yaşayacağımı söyledim. Buna endişeli bir şekilde tepki verdiler ve yalnızlığın
kötülüğünden detaylıca bahsederek bu görüşümden vazgeçmem gerektiğini ısrarla
vurguladılar. Ben de hayatın bana ait olduğunu söyledim ve istediğim gibi gibi
yaşarım diyip kestrip attım. Son olarak da yalnızlığın çok daha iyi olduğunu
ileri süren bikaç örnek daha verdim.
Her neyse, eve
döndüğümüzde televizyonu açtım ve şu an Youtube'tan baktığımda, 05:39'uncu
saniyesinden izlemeye başladığımı öğrendiğim Lamekan isimli belgeselde, ihtiyar
adamın azından dökülen sözler şu şekildeydi: 'Hiç kimsem yok benim. Yani
dünyada yapayalnız kaldım. Yalnızlık!.. Ne bileyim, nasıl anlatayım yani bunu
ben size? Allah kimseyi yalnız bırakmasın diyim! Yalnızlık kötü bir şey!
İnsanın bir arkadaşı olacak. Benim hiç arkadaşım olmadığı zaman sandalyelerle
konuşuyorum. Sandalyeye diyorum nasılsın, iyi misin? Sandalye de diyo 'E iyiyim
iyiyim, sen nasılsın.?' diyor, heh heh! Biraz espri edelim.
Bu ihtiyar sonunu
espriyle bağlasa da belgeselin devamında çok daha ızdırap dolu yalnızlık
hikayeleri gözler önüne serildi ve bu belgesel gerçekten, kumsalda anlayamadıklarımı,
daha doğrusu anladığım halde önemsiz gördüklerimi, kafama balyozla vurulmuş
gibi hissettirerek önemsetmişti.
Hatırladığım tepkimeler
arasından birkaçını daha -hatırladığım kadarıyla- yazarak devam edelim. Bundan
3-4 ay kadar önce sıradan bir günün akşam üstünde biraz hava almak amacıyla
yürüyüşe çıkmıştım. Bir an için zihnimde sürekli konuşarak olumsuzluk
bombardımana neden olan o sesi ferkettim, bu yeni bir farkındalık değildi
elbette, kendimi bildim bileli olumsuz düşüncelerden muzdarip biriydim. Fakat o
an, sürekli olumsuz düşünceler oluşturan; düşüncelerin hayatın yapı taşı olduğu
gerçeğini defalarca kez tecrübe ederek bildiğinden, sürekli kaygı ve korku
üreten ve bu sürecin işleyişini bildiği için mevcut olumsuz düşüncelerini ve
kaygılarını insanlarla paylaşmayı anlamsız ve gereksiz bularak zehriyle
yaşamaya devam eden bir beyne sahip bedenin aslında yaşamadını düşündüm. Zihnimdeki
bu sesi nasıl susturabilirim, nasıl gerçekten yaşamaya başlayabilirim diye
sordum kendi kendime. Daha sonra eve gelip bilgisayarımı açtığımda facebook
hesabımın ana sayfasındaki en son paylaşım şuydu:
Bu video düşüncelerime
cevap olsa da videoda ulaşılması amaçlanan durumun belli bir seviyeye
gelindikten sonra amaçlanması gereken bir durum olduğunu düşünüyorum. Zira
gelişim için çatışmalara ihtiyacımız vardır. Gerçi bu durum da kendi içinde
çatışmalar içerse ve mücadele gerektirse de bence içsesimizle oluşturduğumuz
çatışmaları yeteri kadar yaşamadan bu duruma ulaşmaya çalışmak pek de doğru
değil. Zira belki bu duruma erişip huzur ve mutluluğu bulabiliriz ama bu bence
işin kolayına kaçmak olur. Neden bu şekilde düşündüğümü sıradaki tepkime
örneğini anlattıktan sonra yapacağım genel değerlendirmede anlatacağım.
Son olarak eklemek
istediğim bir-iki ufak olay daha var. Geçen yıl Sci Tech TV'de, 'Welcome to the
Nanoworld' isimli 4 bölümlük belgesel dizisinin ilk bölümü olan 'From Micro to
Nano' yu izliyordum. Hepimiz bu konuya az çok aşina olsak da bu belgeselde
nanoteknolojinin ne olduğu, geçmişi, bugünü ve yarınlarında neler olabileceği kapsamlı
bir şekilde anlatılıyordu. Belgeseli izlerken çok etkilenmiştim; özellikle bu
teknolojinin gelecekte ne gibi amaçlarla ne gibi icatlara neden olabileceğinin
anlatıldığı kısımlarda buruk bir coşku hissettim; hatta, üzüldüğümü açıkça
söylemeliyim . Çünkü bilim ve teknolojideki gelişim, benim geleceği -bundan beş
yüz ya da bin yıl sonrasını- görmeyi arzulamamın en büyük nedeni olmuştur.
Belgeselin sonlarına doğru bu düşünce eşliğinde büyük bir hayıflanma yaşarken,
gelecek hakkında konuşan 70 yaşlarındaki profesörden beni kısmen rahatlatacak
ve bu düşüncelerime adeta cevap olacak bir cümle geldi. Bu alanın ve bu alanda
devam eden gelişmenin muhteşemliğinden ve gelecekte olabileceklerden
bahsettikten sonra, o da benim gibi hayıflanarak 'Keşke şimdi 25 yaşında
olsaydım!' dedi. Bu beni rahatlattı çünkü o belgeseli izlediğimde 25
yaşındaydım. Tabii ki profesörün, bu konuda hayıflanarak 'Keşke şimdi 70
yaşında olsaydım!' diyen başka bir profesörle karşılaşması sanırım düşük bir
ihtimal. Bu yüzden şanslı olduğumu söyleyebilirim. Bu arada tüm aramalarıma
rağmen değil Türkçe altyazılısını, İngilizcesini bile bulamadım bu belgeselin.
Youtube'ta da sadece üçüncü bölümü eklenmiş. Fakat bir çok sitede satılıyor.
Görünen o ki bu
tepkimeden anlamam gereken, bu dünyaya geliş zamanımız bizim için en doğru
zaman; bu yüzden geçmişe veya geleceğe yönelik keşkeli cümleler kurmak yerine
yaşadığımız dönemin hakkını vermeliyiz ki zaten en azından şu ana kadar başka
bir şansımız olmadığını biliyoruz.
Tüm bu
anlattıklarımdan yapılabilecek başka bir çıkarım da şudur ki olumsuz iç
sesimizin çıkarımları aynı anda başka bir yerde aksini oluşturur ya da kendi
oluşumuyla halihazırda bulunan aksinin çekim alanına girer ve bu eşzamanlılık
sayesinde birbirlerini bulurlar. Bu durum insandaki olumsuzluğu ortadan
kaldırıp uyumlanmaya ve gelişmeye neden olma amaçlıdır. Diğer bir tarafta da
olumlu kurgularımız aksleriyle buluşur ve bu çatışma da olumlu kurgularımızı
güçlendirerek uyumlanmaya ve gelişmeye neden olma amaçlıdır. Kısacası tüm bunlar
evrimin temel fonksiyonlarıdır ve bence, asıl sihirli, asıl büyülü, asıl
mucizevi olan budur. İmkansız veya rastlantı denilen olayların bilimsel
nedenlerle oluşmasındaki ihtişam, denizin bir asa darbesiyle ikiye ayrılması ya
da bir insanın suyun üzerinde yürünmesi gibi anlatılarda yer aldığı düşünülen
ihtişamdan kıyaslanamayacak derecede fazladır. Bunu gerçekten kavrayan insan
bir kum tanesine baktığında dahi ihtiyaç duyduğu tüm ihtişam ve mucizeyi
iliklerine kadar hisseder; hatta, o tek kum tanesinin altında ezililerek
altından kalkmakta zorlanacağı duygu durumlarında, oradan oraya savrulurken
kendini kaybedebilir ve bu kayboluş, gerçek anlamda kendini bulmanın olmazsa
olmazıdır.