27 Ekim 2015 Salı

ÖLÇÜ



Eskişehir’in soğuk ve yağmurlu bir akşam üstünde, el ele yürüyen yüzlerce genç çiftten biriydi Zeynep ve Kenan. Oradan buradan laflıyorlar, bazen birbirlerini kızdırıyorlar, bazen de çevrelerinde aynı anda fark ettikleri bir garipliğe gülerek keyifleniyorlardı. Kısacası, gençliğin ve yüzlerce genç çiftten biri olmanın tadını çıkarıyorlardı.

Derken Zeynep’in gözü, duvara yarım yamalak yapıştırılmış bar afişine ilişti. Birden heyecenlanan Zeynep, ‘Aşkım şuna bak. Bu hafta sonu Bülent Ortaçgil geliyormuş. Nolur gidelim!’ dedi. Kenan da pek sevmediği halde sevgilisinin bu coşkusuna hayır diyemeyeceğinden ‘Tamam güzelim, madem seviyorsun gideriz o halde.’ diye karşılık verdi.

Bu cevaba çok sevinen Zeynep, ‘Biletleri şimdi alalım mı? Sonra biter falan…’ diyerek yavru bir kedi edasıyla Kenan’ın yüzüne baktı. Kenan, ‘ Haklısın tatlım, işimizi şansa bırakmayalım. Sonra bir de kalmazsa falan, ne yaparım hayal bile edemiyorum!’ diyerek gülümsedi. Zeynep hafif alınmış bir tavırla ‘Aşk olsun, öyle mızmız biri miyim ben! deyip dudak büktü. ‘Şaka yapıyorum tatlım. Hem doğru söylüyorsun, hazır buradayken gidip alalım.’ dedi Kenan ve bara gidip biletleri aldılar.

Hafta içindeyse, o anlamsız tartışmalardan birini yaşayıp suskunluğa gömüldüler. Derken haftasonu yani konser zamanı geldi. Ancak ne Zeynep ne de Kenan en az tartışma kadar anlamsız olan gururlarını yenemeyip birbirlerini arayıp sormadılar. Kenan Zeynep’in bu konsere gitmeyi çok istediğini hatta en basitinden, biletlerin yanacağını düşünüp aramak istese de yapamadı.

Birkaç gün sonra, aynı barın önünden geçen Kenan, aynı afişin yaklaşık üç hafta sonrasındaki bir tarihi gösterdiği haliyle karşılaştı. Merak edip içeri girerek anlamsız da olsa sordu.’Merhaba. Bülent Ortaçgil tekrar mı geliyor?’. ‘Evet, geçen gün köpeği öldüğü için sahneye çıkamadı. O yüzen sahnesi ileri bir tarihe ertelendi.’ karşılığını alan Kenan, ‘Hem Zeynep konseri kaçırmadı hem de biletler yanmadı.’ deyip sevindi. Biletlerin yanmaması için sevinmesini mazur görmek gerek zira Kenan henüz bir öğrenciydi ve çalışan biri için rahatsız edici olmayacak  maddi kayıplar karşısında  ‘Önemli değil ya!’ kelimesini kullanabilmesine daha yıllar vardı.

‘İşte!’ dedi Kenan, ‘Bu bir işaret!’. ‘Bu konsere Zeynep ile birlikte gideceğiz.’ diyerek gülümsedi. Bir başkası için çok büyük anlamlar ifade eden köpeğin ölümüne adeta sevinmişti.

Bir, iki derken üçüncü hafta da geçti ve günlerden cumartesiydi. Konser günü gelmişti. Bu süreç içinde, genç çift yine birbirlerini arayıp sormadılar; belki çok istediler ama yapamadılar. Sahne saati yaklaşırken Kenan ümidini kesmiş, bu ilişkinin sona erdiğini kabullenmişti. Bari biletler yanmasın diye sınıfından arkadaşlarına haber saldı. Ancak o hafta bayram tatili olduğundan neredeyse tüm arkadaşları memleketlerine gitmişti. Kenan da kendi kendine ‘ Öyleyse çıkıp benimle konsere gelecek bir kız bulabilirim; olmadı, biletleri yolda gördüğüm genç bir çifte hediye ederim.’ diye düşündü ve evden çıkarak bara doğru yürümeye koyuldu. Barın önünü şöyle bir süzdü ancak konsere birlikte gitmeye uygun birilerini göremedi. Ardından ‘Demek ki ben de gidemeyeceğim. En iyisi bunları güzel bir çifte  hediye etmek. Hem böylesi içime daha çok siner, Zeynep’in gitmeyi istediği bir konsere başkasıyla gitmek doğru olmaz.’ deyip sokaklarda yürüyerek teklifine uygun bir çift aramaya koyuldu.

Bir süre dolaştıktan sonra aklına eski kız arkadaşlarından Aylin geldi. Telefonunu çıkarıp rehberi açtı, numaraya bir süre baktıktan sonra ‘Yok ya aramayacağım onu. En son iletişimi o kesti ve bir daha da dönmedi. Neden bunca zaman sonra çaresizce arayıp böyle bir teklifte bulunayım ki?’ dedi ve bu çaresizliğine inat edercesine ‘Çağırmayacağım ulan işte!’ deyip telefonu cebine koydu.

Ardından on-onbeş adım attı ve caddeye çıktı. Canı sıkkın olduğundan bakışları çoğunlukla yerdeydi. Birkaç adım daha attıktan sonra kafasını kaldırdığında ilk gördüğü kendisine doğru yürümekte olan iki kız oldu. ‘Hadi ya! Yok artık!’ deyip şaşkın bir şekilde gülümsedi ve ardından ‘Tamam, istediğin gibi olsun!’ dercesine gökyüzüne bir bakış attı.

Derken Aylin de Kenan’ı fark etti ve göz göze geldiler. Ardından gülen yüzlerle birbirlerine yaklaşıp konuşmaya başladılar.

Uzun zamandır görmediğin birini gördüğünde yapılan birkaç yarı gerçek yarı sahte cümleyle ilk kısmı geçtiler. Ardından Kenan yaşadığı durumu olduğu gibi anlatıp, Aylin’e ve daha sonra kuzeni olduğunu öğrendiği yanındaki kıza biletleri hediye etmek istediğini söyledi. Memnuniyetle kabul ettiler ve Kenan’a ‘Sen de bizimle gelmeyecek misin?’ diye sordular.

Kenan’ın aklında elbette onlarla birlikte gitmek vardı ama yine de alacağı cevabı az çok tahmin ettiğinden ‘Siz kız kıza çıkmışsınız ya planlarınızı bozmak istemem şimdi.’ diye karşılık verdi. Aylin de uzun zamandır görüşmediklerini, birlikte vakit geçirmenin güzel olacağını söyledi. Ardından bara doğru yöneldiler. Kenan halinden son derece memnundu, kötü giden gece hatta öncesindeki günler ve haftalar, şimdi olumlu ve güzel bir yöne evrilmekteydi. Şansının döndüğünü hissediyordu. 1 dakika öncesindeki gerginliğinden ve mutsuzluğundan eser kalmamıştı.

Barın kapısına geldiklerinde konseri sordular ancak konserin yine iptal olduğunu öğrendiler. Nedenini sorduklarında, bu kez de annesinin öldüğünü öğrendiler. Sanki konsere gidememeleri daha vahim bir durummuşçasına ‘Hadi ya! Olaya bak! Olacak iş mi şimdi bu!’ deyip geçiştirdiler. Bir insanın annesini kaybetmesinin yaşatacağı acı, akıllarının ucundan bile geçmedi o anda.

Sonra başka bir barda aldılar soluğu. İçmeye başladılar. Kuzen Cansu, telefonuyla ilgilenirken Kenan ve Aylin karşılıklı oturmuş, yarıda kalan bir şeyleri tamamlayacak olmanın verdiği neşeyle muhabbeti koyulaştırıyorlardı. Her şey Kenan'ın istediği gibi giderken Cansu Aylin’e dönerek bir şeyler söyledi. Aylin’in yüzü asıldı ve ‘Nereden çıktı şimdi, sırası mıydı!’ diye söylendi. Cansu, ‘Ne yapayım ya! Neredesiniz diye sordular, ben de söyledim. Nereden bileyim kalkıp geleceklerini!’ diye karşılık verdi. Gerginliği fark eden Kenan ne olduğunu sordu.

‘Ya Emin ve Erdil diye iki arkadaş var da, onlar geleceklermiş.’ dedi Aylin. Kenan da bu durumdan pek hoşnut olmasa da ‘Gelsinler ya ne olacak. İçeriz işte hep beraber. Sen niye gerildin ki bu kadar?’diye karşılık verdi.

Aylin, ‘ Ya ben motosikletleri çok seviyorum. Mahallede de vefat eden abimin bir arkadaşı vardı. Ondan rica etmiştim, beni uygun bir zamanda gezdirmesi için. O da kendisinin müsayit olmadığını fakat Emin isimli bir arkadaşının yardımcı olabileceğini söyledi. Ben de tamam dedim. Sağ olsun, bir-iki kez motorla gezindik ama sonra davranışları farklılaşmaya başladı. Ben de o anlamda bir şey istemiyorum çünkü abim gibi görüyorum. Ama hala böyle arayıp soruyor. O yüzden rahatsız oldum.’ diye yakındı. Kenan, ‘Tamam canım, sen istemiyorsan sorun yok, gelsinler bir şey olmaz, içip muhabbet ediyoruz işte.’ deyip Aylin'i rahatlatmaya çalıştı.

Aradan yarım saat kadar geçtikten sonra masadaki kişi sayısı beşe çıkmıştı. Emin Kenan’ın, Erdil de Cansu’nun yanına oturdu. Sahte sıcak bir tanışmanın ardından oradan buradan konuşmaya başladılar. Emin bir fabrikada işçi olarak çalışan, efendi mizaçlı, sıradan bir tipi olan, iyi olarak tanımlanabilecek bir gençti. Kenan’ın ortamdaki varlığından dolayı rahatsız olduğuna dair en ufak bir işaret vermemiş, Kenan’a üstünlük kurma amacıyla ego içerikli hiçbir cümle kurmamıştı. Erdil ise yakışıklı, deli dolu, çoğunluk için şımarık sayılabilecek biriydi; sohbetin bir bölümünde askerliğini İzmir/Bornova’daki Küçükpark’ta yer alan asgari gazinoda, komutanın şoförü olarak yaptığını anlatarak ne kadar şanslı olduğundan, adeta kendisiyle övünerek bahsetmiş, bir başka bölümde ise Aylin, mahallesinde yaşayan ve motor tutkunu olan isimlerin fotoğraflarını telefonundan gösterdiğinde, resimdeki kişilerle, ‘Bu tipler ne ya, kim bunlar kızım! diyerek gülüp geçmişti.

Bir süre sonra, ortama dahil olan bu iki genç adam sürat motoru tutkunu olduğundan, laf ister istemez motorlara gelmişti. Motorla ne denli yüksek hızlar yaptıklarından, nasıl heyecanlar yaşadıklarından bahsediyorlar, diğerleri ise yabancısı oldukları bu deneyimleri şaşkınlık ve tebessümle dinliyorlardı.

Kenan, biraz kaygılı bir yapıya sahip olduğundan merak edip sordu. ‘Bizim ülkede trafikteki  motorlara hiç saygı duymuyorlar. Sizi sıkıştıran, aracını önünüze kıranlar olmuyor mu hiç?’ diye sordu. Bu soruyu Emin, ’Kullanmayı bildikten sonra bir şey olmaz, bilmezsen sıkıntı tabi öyle şeyler.’ diye yanıtladı. ‘Peki önünüze aniden kedi, köpek vs. çıktığında napıyorsunuz? Sakat değil mi ya, bana tehlikeli geliyor bu motor işi.’ diye yeni bir soru ekledi Kenan. Bu kez Erdil, ‘Ya çıkarsa çıkar, bassçan geçen öyle bir şey olursa, aman çarpmayım, ezmeyim falan dersen o zaman sen zararlı çıkarsın.’ diye cevapladı. Kenan bu cevap üzerine ‘Bilmiyorum ya, Allah kaza bela vermesin kardeşim, dikkatli olun.’ Diye devam etti. Bunun üzerine Emin, ‘Ya zaten çok yaşayıp ne yapacaksın! Ben 50’ye kadar yaşasam yeter. Ondan sonra nolcaksa olsun!’ diye çıkıştı. Bu sözlere duyan Kenan, ‘Öyle deme kardeşim, Allah’ın gücüne gider, ya o yaşına geldiğinde çok iyi, sağlıklı, mutluysan; bir elli sene daha yaşama arzusu varsa içinde… Yine bunu der misin? Boşver, ‘Allah hayırlı ve uzun bir ömür versin.’ de geç.’ diye müdehale etti. Emin söylediklerindeki ısrarlı tavrını koruyarak, ‘Yok ya 50 sene yeter. Ondan sonra yaşamasam da olur.’ diye yineledi.

Derken sohbet devam etti ve gecenin sonuna gelindi. Emin ve Erdil motorlarına atlayıp gittiler. Kenan ise Aylin ve Cansu’yu evlerine bıraktı. Kenan da evine doğru yol alırken derin bir düşünceye daldı. ‘Tanrım, ben hayatımdaki her davranışımı, her sözümü, hatta düşüncelerimi dahi kimsenin hakkına girmeyeyim, yanlış bir şey yapmayayım diye  bin defa ölçüp tartarken hatta bu yüzden zaman zaman kafayı yerken ve buna rağmen endişeden kurtulamayıp mutsuz bir hayat yaşarken nasıl oluyor da bu insanlar hiçbir şeyi önemsemiyor, saatte 300 km hızla, sonunu düşünmeden motor kullanıyor, hiç tanımadığı insanları gördüğünde rahatça dalga geçebiliyor ve en kıyak yerlerden birinde askerliğini yapabiliyor ve bunu da çok şükür böyle yapabildim demek yerine keyiflenerek anlatabiliyor ya da şu kadar yaşasam yeter diye rahat rahat konuşabiliyor.’ diye iç sesiyle söylendi. Sonra, bu sözlerden dolayı birden, içini bir korku kapladı. İç sesini farkında olmadan bir yana bırakıp, dışarıdan duyulabilecek bir şekilde, ‘Tanrım, neler söylüyorum ben! Elbette onlara bir şey olsun manasında demiyorum bunları. Ancak benim bu şekilde yaşamam mı doğru yoksa onlarınki mi? Sadece bunu merak ediyorum ve bunu öğrenmek istiyorum senden.’ diye ekledi ve yoluna devam etti.

Aradan bir gün geçti. Pazartesi günü Kenan
Aylin’e telefondan mesaj atıp ‘Bugün birlikte kahvaltı edelim mi?’ diye sordu. Ancak Aylin’den hiç beklemediği bir cevap aldı. ‘Kenan, isterdim ama çok kötü bir şey oldu. Dün Emin ve Erdil kaza yapmışlar Emin ölmüş. Şimdi cenazesini kaldırmak için camiye gidiyoruz.’ yazıyordu mesajda.

Kenan donakalmıştı. Ne söyleyeceğini bilemedi. Biraz duraksadıktan sonra cenazenin hangi camiden kaldırılacağını sordu. Ardından hazırlanıp camiye gitti. Yağmurlu bir gündü. Caminin önüne onlarca motosiklet, onlarca genç, Emin’in ailesi ve tüm yakınları doluşmuştu.

Cenaze namazı kılındı ve mezarlığa doğru yola çıkıldı. Kenan ise tüm bu süreçte içini kemiren acaba sorusu ile cebelleşmekle meşguldü. Derken dayanamayıp sordu Aylin’e, ‘Kaza nasıl olmuş?’

Aylin yaşlı gözlerini silip cevapladı, ‘Dün İnönü Caddesi’nde gidiyorlarmış. O sırada biri arabasını Emin’in önüne kırmış, Emin çarpıp yola savrulmuş. Arkasından da Erdil geliyormuş. Önüne aniden çıkınca üzerinden geçmiş. Aslında hızlı gitmiyorlarmış çarpmadan dolayı ölmemiş, Erdil üzerinden geçince ölmüş.’.

Bu açıklamayla Kenan’ın acabaları midesinden ve beyninden daha büyük ısırıklar koparmaya başlamıştı zira Aylin’in anlattıkları, o gece Kenan’ın, Emin ve Erdil’e sorduğu sorulara aldığı cevaplarla paraleldi. Üstelik, o gece, evine dönerken Tanrı’ya bulunduğu serzeniş de yaşanan durumla örtüşüyordu. Bunları düşününce daha da gerilmişti.

Derken, derya gibi sonsuz görünen mezarlığa gelindi. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Emin’in yakınları mezarın başında defin için hazırlık yaparken Aylin, Cansu ve Kenan birkaç metre geriden onları izliyordu. Merhumun üzerine toprak atmak için yakınları sıraya girdi. Kenan da bu törene eşlik etmek istiyordu ancak bir taraftan içini kaplayan o kuşkudan dolayı, bulunduğu yere çakılı kalmıştı sanki. Bunların saçma düşünceler olduğunu kendine tekrar edip kalabalığa doğru yürüdü ve toprak atmak için sıraya girdi. İki üç kürek toprak atan, küreği bir diğerine veriyor ve sıra yavaşça tükeniyordu.  Fakat Kenan’ın içindeki suçluluk duygusu tüm çabalarına rağmen artmaktaydı.

Ve sıra kendisine geldi. Küreği toprağa sapladı. Ancak tam kaldıracağı sırada, kalabalıktan biri küreğin üzerine bastı. Kenan küreği bir türlü çekemedi. Bu durumdan ister istemez irkilen Kenan, sırayı arkasındakine devretti.

Sonra durdu ve bir kez daha düşündü. Böyle bir şey gerçekten olabilir miydi? Sırf kendi iç hesaplaşmalarından, aklından geçen ve dilinden dökülen sözcüklerden dolayı bir insan hayatını kaybedebilir miydi? Nasıl gelmişti bu noktaya? Birden tüm bu olan bitenin en başına döndü. Zeynep, Bülent Ortaçgil, konser, bilet, ayrılık, bir köpeğin ve annenin ölümü, bir yıldır yüzü görülmemiş eski bir sevgilinin tam da ‘Onu aramayacağım!’ dediği anda karşısına çıkması ve ardından yaşananlar. Tüm bu kurguda ne etkisi olacaktı ki Emin’in ölümünde bir etkisi olsun. Hem kendisi sıradan bir insandı, tüm insanlar gibi. Ya bu ölüm zaten yaşanacaktı ve kendisi de bir parçası olmuştu ya da Emin’in ve Erdil’in uyarılması gerekiyordu ve kendisinin de sorduğu sorularla, sıradan bir trafik levhasından başka bir işlevi yoktu. Bu yaşananlardan kendisine dair bir sorumluluk ve suçluluk payı çıkartarak toprak atmaktan kaçınmasının geri dönüşü olmayan bir süreci başlatabileceğini zira sözlerinin ve düşüncelerinin, insanların hayatını sonlandırabileceği düşüncesine kapılmış bir insanın, sağlıklı bir yaşam sürdürmesinin mümkün olmadığını düşündü. Böyle bir etki gücüne, herhangi bir insanın sahip olması, ne adil ne de mantıklıydı. Böyle bir kapılıp gitme hali, bir anlamda, Tanrısal yetilere sahip olduğuna inanmaktı. Kaldı ki kendisi insan olabilmek için sarf ettiği çabaların yetersizliğinden hicap duyan bir kişiydi. Bunları düşünen Kenan tekrar sıraya girdi. Küreği aldı ve mezara üç kez toprak attı.  Biraz olsun rahatlamıştı.

Ardından herkes evlerine döndü. Kenan’ın aklındaysa birkaç düşünceyle birlikte son bir soru kalmıştı. Öyle ya, hayat, ne kendisinin yaptığı gibi her saniye kaygı ve korkuyla yaşanacak kadar değerli, ne de bazı insanların yaptığı gibi umursamadan ve hoyratça yaşanacak kadar değersizdi.

Peki, neydi bu hayatı yaşamanın ölçüsü?
                

12 Ekim 2015 Pazartesi

NEDEN YAZIYORUM?



Yazının başlığını oluşturan bu soru, tarafıma anlık bir şekilde yönlendirilseydi muhtemelen bir makineden farksız olan beynimdeki ilgili nöronlar ateşlenecek ve nöral bağlantılar aracılığıyla bu soruya uygun cevap olabilecek kelimelerin kayıtlı olduğu en yakındaki nöronlarla iletişime geçerek iç sesimde birkaç kelime duyuracak, onunla eşzamanlı sayılabilecek bir sürede de zihin perdeme birkaç imge düşürecekti. Ben de ya bu kelimeleri onaylayarak, benzer nöral işleyişlerle uygun cümleler haline getirip telaffuz etmeye başlayacak ya da bu kelimeler limbik sistemimde korku, öfke, huzur, kaygı, mutluluk, sinir vs. gibi, bağımlılıklardan kaynaklanan duygu durumları uyandıracak ve ben de bu duygu durumlarını oluşturmayan kelimeleri bulmaya çalışma adına, biraz duraksayarak, yeni bir cevap oluşturmaya çalışacaktım. 

Peki, her koşulda, dilimden dökülecek kelimeler, illaki dökülecek olanlar mı olacaktı? Ayrıca neden yazdığım sorusu, o anda değil de bir yıl, dört ay, iki hafta, bir gün ya da bir an öncesinde ya da sonrasında sorulsaydı, beynimdeki nöral işleyiş, aynı bağlantı yollarını kullanarak, aynı kelimeleri mi dilimin ucuna getirecekti? Belki bir yıl önce ailemden aldığım sevindirici bir haberden dolayı, belki sorudan birkaç saniye önce yoldan geçen genç ve güzel bir kadınla göz göze gelmenin verdiği mutluluk ya da elimde oluşan bir kağıt kesiğinin verdiği acı hissiyle beynimde bambaşka nöral bağlantılar kurulacak ve ben, o soruya, normalde vereceğimden başka bir cevap verecektim. Bildiğim kadarı ile bu durumu, dünyada, tam anlamı ile açıklığa kavuşturabilmiş kimse yok ve olmadı da. 

Yazının konusu ve başlığı olan soruyla anlık şekilde muhatap olmam halinde oluşabilecek süreçten kabaca bahsettim. Bunu yaparak, sanki bu soruya ya da evrendeki tüm diğer sorulara, uzun bir süre sonunda ya da yazılı olarak cevap verdiğimde, farklı bir işleyiş ve farklı bir durum ortaya çıkacağı havasını verdiğimin farkındayım ancak bundan yazının bu satırlarında henüz emin değilim. Az önce bahsettiğim, nöral işleyiş ve bu işleyişin olası farklı durumlarda farklı sonuçlar çıkarma ihtimali burada da geçerli; sözlü durumda olduğu gibi yazında da vereceğim cevap önceden yaşadıklarım ya da sonradan yaşayacaklarımla değişebilir ya da değişmeyebilir ya da ben onları eğip bükebilir, otosansüre maruz bırakabilir ya da bıraktığımı sanarak aslında zaten yazacağımı yazıyor olabilirim. O halde, sözlü anlatımla yazılı anlatımın bir farkı yok diyebilir miyiz? 


Bu noktada bir açıklama yapmam gerekiyor. Asıl sorunun, ‘Neden sözlü anlatım değil de yazılı anlatım?’ ya da ‘Anlatmak mı, yazmak mı?’ olmadığının elbette farkındayım. Ancak bir konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyorsa, işe en azından, o konunun bir alt basamağından başlamak, bu iki basamak arasındaki benzerlik ve farklılıkları bulmak, ardından da salt asıl konuyu irdelemek gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle yazıya, sözlü anlatıma ve yazılı anlatımın onunla olan benzer yönlerine kendimce değinerek başladım. O halde, şimdi de aralarındaki farklılıklara değinelim. 

Bir yazın oluştururken kelimelerle oynama imkanımız sözlü anlatıma göre artar çünkü süremiz ve sahip olduğumuz kaynaklar daha fazladır. Anlatımda ise süremiz kısıtlı kaynağımız ise sadece beynimizdir. Yazmak bize gerçek anlamda kendimizle baş başa kalma imkanı verir, anlatımda ise -birçoğumuz için- karşımızda diğerleri vardır. 

Bence bu fark çok önemlidir ve benim ‘Neden yazıyorum?’ sorusuna karşılık yapacağım açıklamanın başlangıcını oluşturmaktadır. Zira insanın gerçek anlamda kendisiyle baş başa kalma hali, ilahi bir haldir. Bu halde, bilinç ve bilinçdışı bir bütün olur. İnsan adeta bir kanala girer ve sanki yazdıklarını aslında kendisi yazmıyordur. Gerçekte o kanal, anda olmanın ta kendisidir. Yazdıklarında ‘önce’ ve ‘sonra’ kelimeleri geçse de, yazdıkları, tüm öncelerle ve tüm sonralarla bağlantılıdır; yani öncesiz ve sonrasızdır. Elbette evrendeki her şey gibi ağzımızdan dökülen kelimeler de öncesiz ve sonrasızdır, andadır. Ancak sözlü anlatımda bu durumu hissetmek ve yaşamak çok az insanın elde edebildiği bir haldir. Hatta öncelikle o hal hasıl olmalıdır ki sözler de o halden sebeplenebilsin. Ancak az önce söylediğim gibi, bu durum bana göre yazıda -en azından benim için- tam tersidir. Yazmak, aklın odalarındaki her kapıya açan sihirli bir anahtar gibidir. Yazdıkça yeni bir kapı çıkar karşına ve yazdıkça o kapılar açılır; yeni odalara ve yeni kapılara. Adeta evrenin her yerine istediğin anda gidebilmektir yazmak; ‘İnsan, küçük kainattır!’ sözüne inanabilmemi sağlayan şeydir adeta. Bence tam da bu yüzden, bunu yaşayan insan, halden hale girme halindedir ve bu haldeyken kendini ortaya koyar. Ancak kendini ortaya koyan, kendisi de değildir. 

Mesela şu anda, yazmanın ilahi bir hal olduğuna dair az önce yazdıklarımı okudum ve bu da bana varoluşsal bir bütünlük hissettiriyor. Belki çoğu safsata, tutarsız, anlamsız hatta okunduğunda, ‘Hangi şizofren yazmış bunları?’ diyenler dahi olabilir. 

Ne fark eder? 

Ya da yazının ilk bölümlerinde ‘beyin’, ‘nöral bağlantı’, ‘limbik sistem’ vs. gibi kelimelerle bilimsel, ya da aralara sıkıştırdığım sorularla felsefik bir yazı yazıyormuş havası vermeye çalıştığımı fakat aslında, bu iki disipline dair de doyurucu cümleler kurmadığımı söyleyenler olabilir. 

Neyi değiştirir? 

Bana göre hiçbir şey fark etmez, hiçbir şeyi de değiştirmez! 

Size neden yazı yazdığımı söyleyeyim mi?

Çünkü yazmak bana, yazmak için sonsuz sayıda neden verebiliyor!

Bir saniye! Sanırım dürüst olmam gereken noktalardan birindeyim şu an. Keşke -içinde gerçekler barındırsa da- berisindeki laf salatalarını anlamlı kılmaya yarayacak bu afilli ve felsefik cümleyi, yazmamın tek nedeni olarak sizlere gerçekten sunabilseydim.

 Maalesef öyle olmuyor; gerçeklerden kaçamıyorsun. Aslında kaçabilirsin elbet ama bu ancak bir süreliğine olur. Korumacı bir tavırla ortaya koyduğun neden, ne okuyanın ne de yazanın içine sinmez. Yazarken kendimizi deşifre etmedikten ve okuyan da bu deşifrelerle kendini çözümleyemedikten sonra yazmanın ne anlamı var. Malzemeden çalınarak yapılan bir bina dışarıdan bakıldığında ne kadar göz alıcı görünürse görünsün, o bina yıkıldıktan ve içinde yaşayanlar zarar gördükten sonra yapılan işin bir önemi var mı? Ya da çürük kısımları tam anlamıyla temizlenmeden dolgu yapan biri kendisine dişçi; tümörün tamamını almadığı bir ameliyatta, kesiği korkakça kapatan biri kendisine cerrah derken ne denli bir iç huzur duyabilir ve bu eylemlerin -gerçek anlamda-  kime, ne gibi bir faydası olabilir. Konuyu dine çekmek istemem ama bu tarz davranışları benzetebileceğim bir durum varsa o da İslam  itikadındaki, kişinin Allah'a iman etmediği taktirde hayatı boyunca yaptığı ve olumlu görünen tüm eylemlerinin yok sayılacağı düsturudur ve eğer yazarlığın bir dini olsaydı onun temel kuralı da kendini deşifre etmek olurdu kanaatindeyim. Tüm bu nedenlerden dolayı neden yazdığıma dair gerçekçi açıklamalarla yazıma devam etmeyi uygun görüyorum.

İnsanların çoğu toplum kurallarının hakimiyeti altında saygın bir şekilde yaşayabiliyor ve bu insanların bireyleşme çabaları olmadığı için toplumla uzlaşma konusunda çok fazla sıkıntı çekmiyorlar. Bir kısım insan içinse - yani benim gibiler için- maalesef ya da ne mutlu ki bu uzlaşı mümkün değil. Bu uzlaşıyı sağlayamama ve toplumla özdeşleşememe nedenim ise bireyleşme çabamdan başka bir şey değil. Toplumdan kopmuş olmamın -mantık dahilindeki tüm çıkarımlarıma rağmen- bende yarattığı korku ve suçluluk duygusu, ben ve benim gibilerde, yazmak için karşı konulması zor, itici bir güç oluşturuyor. Zira toplumla, yani sürüyle beraber olmak benim ve benim gibiler için ölümle eşanlamlı olduğundan dolayı, sıradanlıktan, yani ölümden kaçabilmemin yolunu ancak bireyleşmekte ve bireyleşme sürecinde ortaya koyduklarım sayesinde olabileceğini düşünüyorum. Yani, yazma nedenlerimden biri, içimdeki ölümü aşma ve sonsuzluğa erebilme isteğidir diyebilirim. Bununla beraber, nasıl ki psikolojik rahatsızlığı olan insanlar varsa toplumların da psikolojik rahatsızlıkları vardır ve bu toplumsal rahatsızlıklar benim rahatsızlıklarımla tepkimeye girdiğinde, bende sürekli bir iç çatışma hali yaratıyor ve ben, bu nedenle kendimi kuşatılmış hissediyorum. Bu kuşatmayı kırabilmemin, bu iç çatışmaların geriliminden kurtulabilmemin yolu da benim ve benim gibiler için yazmaktan geçiyor. Yani yazmak benim için katarsis işlevi görüyor. Zira yaşadığım düşünce dünyası -her ne kadar sevsem de- bana çileli ve ızdırap dolu süreçler yaşatıyor ve ben de bu sıkıntılı düşünceleri ancak yazarak hafifletebiliyorum; bir bakıma arınma eyleminde bulunuyorum. Belki de bu yüzden, bir şeyler yazdıktan sonra hatta yazdıklarımı tekrar okuduğumda, kendimi, adeta yoğun ve verimli bir ibadet eyleminde bulunmuşçasına rahatlamış halde buluyorum.

Yazmamın nedenlerinden bir diğerine gelecek olursak. Bu neden takıntıdır. Evet, ben çocukluğumdan beri obsesif kompulsif kişilik bozukluğundan muzdarip bir insanım. Bu rahatsızlığımın görünür ve gizli kısımlarını ya da oluşmasına neden olan unsurlarını yazmam, bu yazı için bir anlam ifade etmiyor. Bununla birlikte, az önceki paragrafta geçen çileli süreçlerin büyük bir bölümü de bu rahatsızlığımdan kaynaklanmakta. Bu rahatsızlığımla birlikte kronik bir major depresyon ve yaygın kaygı bozukluğu hastasıyım. Kısacası nevrotik biriyim ve geçmişte kullandığım ilaçlar ve aldığım terapiler bunların yok olmasını hiçbir şekilde sağlamadı. Sadece, bana bunlarla birlikte yaşayabilmem için destek unsurları oldular. Ve her ne kadar yazdıklarımın ciddiyetini sarsabileceğini bilsem de söz konusu psikolojik sürecim, beni, şizofreni ilaçlarının reçete edildiği noktalara kadar getirdi. Ancak ben, şizofreniyi bir hastalık değil de iyi idame ettirilememiş bir yetinin olumsuz sonucu olarak değerlendirdim ve o ilaçları kullanmayı reddettim. Zira saydığım tüm bu rahatsızlıklara rağmen, ilaçların güdümündeki çilesiz, toplum kurallarına uyumlu hatta başarılı fakat duygusuz, ruhsuz, yavan, kısır ve zamanın nasıl gelip geçtiğini anlamadığım bir yaşamı kabullenmeyi zul sayarak çile, ızdırap, çatışma ve mutsuzluk dolu bir hayatı tercih etmek, benim için çok daha şerefli, cesur, gerçek, yaratıcı, üretken ve anlamlıydı. Ve ben tüm bu rahatsızlıklarımdan dolayı asla isyan etmedim; aksine onları bir nimet olarak gördüm ve benden uzaklaştıklarını hissettiğim dönemlerde sevinmem gerekirken korktum ve hatta çoğu insana aptalca gelebilir ama bazı zamanlarda, onları tüm yoğunluğuyla yaşayabilme adına, bilinçli eylemlerde dahi bulundum. Zira ben, şu an, belki benim dışımdaki herkes için anlamsız ve değersiz olan bu satırları yazabiliyorsam bunları tüm bu rahatsızlıklarıma ve geçmişte onların oluşmasına neden olmuş olay, kişi ve genlerime kısacası varoluşa borçluyum. Konu dışına çıktığımın farkındayım. Toparlamak gerekirse, benim yazmamın diğer bir gerçek nedeni de sahip olduğum nevrotik kişiliktir. 

Sonuç olarak, bu yazıdaki '
Çünkü yazmak bana, yazmak için sonsuz sayıda neden verebiliyor!' nedeni, benim için -hayatımın sonuna dek geçerli olacağını düşündüğüm- görülebilir, nesnel bir nedendir. Bununla birlikte, sonrasında yazdıklarım ise kendimi deşifre ettiğim ve böylece yazıya, yazma eyleminin ruhunu kattığımı düşündüğüm nedenlerimdendir. Dileğim, yazma serüvenimin ilerleyen dönemlerinde düşüncelerimi beden-ruh, soyut-somut, ben-diğerleri vs. gibi hiçbir ayırma, bölme ve sınıflandırmaya tabi tutmadığım yazıları ortaya koyabilecek şekilde geliştirebilmektir. Yani birey olabildikten sonra bir olabilmeyi de başarabilmektir. Yazma nedenlerimin en önemlisi de budur. Umarım, herkes bir gün, bu emele sahip ve gereğini yerine getirmekte başarılı olur.