13 Mart 2015 Cuma

5 DAKİKA

                                                                                                 


17 yaşında bindiği taksiden indiğinde, yüz hatları hiç de azımsanmayacak izler taşıyordu. Hayatına yön vermişti evet...Girdiği iş hanı, onun hayatını özetler nitelikteydi. Yerlerde hala talaş vardı - yerlerde neden talaş olduğunu açıklayacak bir kişi bile olmadığına kalıbımı basarım. Bir an için kendini, -bırakın ayagınızın dibine balgam ve sigara izmariti tükürmeyi- sigara bile içemediğiniz o pahalı milenyum restoranlarından birinde degil de; babasıyla hafta sonları gittikleri pide ve kebap salonunda zannetti. Buluşma saat 7 de yapılacaktı. Sıçmaya yetecek kadar vakti vardı ama bunu istedigini hiç sanmıyorum. Eğer gereksiz bilgilerle dolu, tuvalette okunabilecegine dair üzerine çoğu kez tez yazan kitap kurdu tiplerden değilsen ortalama sıçış işlemi 5 dakikayı geçmez.
------------------------------------------------------------------------------------------
Evet, o işini beş dakikada halledenlerdendi ki yatakta da –düzenli bir sex hayatı olmasa da- bu durumun değiştiğini söyleyemeyiz. Gerçi küçük Mehmet’i, sol elinin haricinde bir yuvayla tanıştıralı henüz 7 ay olmuştu ve bu olay, Tepecik Kerhanesi’nde gerçekleştiğinden ve bir sevgilisi olmadığından, Büyük Mehmet adına düzenli bir sex hayatından bahsedebilmek henüz mümkün değildi. Yine de sikişmek için bir yıl daha beklemediğinden dolayı keyfi yerindeydi ve bunun için Avni dayısına minnettardı – her zaman olduğu gibi.

Öyle ya, çocukluğundan hatta kendini bilmediği zamanlardan beri Avni dayısının kanatları altındaydı. Onun için babasından bir farkı yoktu hatta daha fazla sevdiğini dahi söylemek mümkündü zira tır şöförü olan babası uzun yolculuklara çıktığından, vaktinin çoğunu, evlerinin çaprazındaki küçük kulübede tek başına yaşayan Avni dayısıyla geçirerek büyümüştü.

 Avni ailenin en küçük oğluydu. Ailesi Tire’nin en varlıklı 3 ailesinden en zenginiydi. Ancak şimdilerde 36 yaşında olan Avni henüz 15 yaşındayken iş kurmak için babasının zeytinliklerini ve bağlarını dönüm dönüm hiç pahasına sattırmış, her seferinde de dikiş tutturamayıp iflas bayrağını çekmişti. Öyle ki zaman içinde tüm mal varlığını tüketmekle kalmayıp tefecilerden alıp alıp geri ödeyemediği paralar nedeniyle ailesini büyük bir borç batağına sürüklemiş, sonunda da Tire’yi terk edip İzmir’in varoşlarından Gültepe’ye göçmelerine neden olmuştu. Babaları Şerif Ağa iflasla gelen bu göçü kaldıramamış, 4 ay sonra vefat etmişti. Büyük dayılardan İlyas, Bursa’nın Gemlik ilçesinde zeytincilikle uğraşırken; Musa ise Manisa’nın Soma ilçesinde maden işçisi olarak hayatına devam ediyordu.

Fakat Avni Gültepe’de annesi ve ablasıyla kaldı. Çaycılık, taksicilik, otoparkçılık gibi ufak tefek işlerde çalıştı ara ara torbacılık yaptığı da oluyordu ancak yine hiç birinde dikiş tutturamadı zira ruhunda çalışmaya dair en ufak bir istek ve inanç kalmamıştı. Vaktinin çoğunu, gündüzleri kahvede takılarak, akşamlarıysa küçük kulübesinde demlenerek geçiriyordu.

Ablaları Zehra’nın talibi çıkıp evlendiğinde, annesi de onlarla birlikte yaşamaya başlamış, Avni de az önce anlattığım, yakındaki tek göz kulübeye yerleşmişti. Halinden de hiç mi hiç şikayetçi değildi. Sanki onca malı mülkü -tabiri caizse- sikip atan o değil de bir başkasydı.

 Yıllar bu düzende geçip gitti ve yılların birbirinden herhangi bir farkı yoktu; sadece rakamlar değişmekteydi. Zaten o mahallede yaşayanların da tarihle hiçbir işleri yoktu zira zamanın belli bir bölümünde sıkışıp kalmış, unutulmuş insanların yaşadığı ve yaşayanların, hiç kimse tarafından umursanmadığı bir yerdi orası.


 Ancak her şeye rağmen, Avni ve mahalledekilerin hayatını biraz olsun sıradanlığın dışına çıkaran biri vardı; hem de tam 17 yıldır. Tahmin edeceğiniz gibi o kişi Mehmet’ti.

Mehmet, Avni’nin adeta kopyasıydı ancak bu durum sadece dış görünüş olarak böyleydi. Dayısının aksine Mehmet -içeriği ne olursa olsun- çalışmaktan hiç gocunmayan, üstelik bundan, fazlasıyla zevk alan biriydi. Çalışma konusunda birbirleriyle çelişseler de birlikte geçirdikleri vakitlerde yaşadıkları ve mahallelilere yaşattıkları şamata ortamı onları adeta bir bütün kılıyordu.
İşte böyle günlerden birinde dayısı, Mehmet’e, ‘Mektebe gittin mi lan hiç?’ diye sordu. Mehmet bu soruyu anlamamazlıktan gelip ‘Gittik ya dayı, orta ikiye kadar.’ diye cevapladı.
‘Ulen bırak salağa yatmayı, onu mu soruyoz sana, mala vurdun mu hiç, mala?’ dedi Avni.

Mehmet ‘Yok be ya, daha 18’ime gelmedim ki!’ deyince Avni yerinden fırladı, ‘Ne 18’i olum! Ben 13’ümde yapıştırdım Sarı Fazilet’e; pancar motoru gibi pat pat pat pat! Ne kadındı bee! Lokumdu lokummm!’
‘Amma sıktın haa dayı!’ dedi Mehmet.

Ne sıkıcam oğlum herkes bilir benim zamanında ne hızlı olduğumu, o kadar malı mülkü nasıl hiç ettik sanıyon. Tamam, bir kaç şerefsizin oyununa gelip işlerin yolunda gitmediği oldu elbet ama dayın az para akıtmadı alemlere yıllarca.’

 ‘İyi bok yemişin dayı, şimdi yarak gibi kaldın bu kulübede tek başına! Hahahaha!’ diyip uyuz uyuz güldü Mehmet.


 ‘Lan teneke, doğru konuş dayınla!’ diyip Mehmet’in kafasının arkasına tokadı yapıştıran Avni aniden ayağa kalkıp ‘Kalk gidiyoz a*ına koyayım.’ dedi.


 Mehmet, ‘Nereye gidiyoz?’ diye sorunca, ‘Ulen si* kafalı, nereye olacak keraneye gidiyoz, kalk yürü hadi!’ diye çıkıştı Avni.


 Mehmet kalkarken ‘Almazlar ki beni oraya!’ diye mırıldandı. Bunun üzerine Avni, ‘Avni dayın var ulan senin yanında, kim almıyomuş bizi. Hele bi almıyoz desinler, alayının anasını si*erim.’ diye celallendi.

Mehmet, ‘Tamam dayı uçma, sakin!’ diyip gülmeye başlayınca Avni, ‘ Yok be a*ına koyyim, yapmam tabi öyle şey, rahat ol. Ben tanıyom zaten kapıdaki elemanı; sıkıntı olmaz.’ dedi ve dediği gibi de oldu. Mehmet o gün, -tuvaletin dışında- 5 dakikadan az sürede halledilebilen işler listesine bir yenisini daha eklemişti.

 Saat 7 olmuştu ve Mehmet her zaman olduğu gibi tüm dakikliğiyle olması gereken yerdeydi. İş hanının bodrum katındaki güneş görmeyen, florasan lambalı yazanede, bir bacağının vidaları gevşediği için sallanan eski tabureye oturmuş, bu köhne matbaanın patronun gelmesini bekliyordu.

Bekleme esnasında etrafı inceleyen Mehmet'in gözüne çarpan sıra dışı bir şey yoktu. Eski bir masa, suni derileri sökülmüş bir makam koltuğu, izmaritlerle silme dolmuş bir küllük; duvardaysa dev bir nazar boncuğu, kalpaklı bir Atatürk portresi ve hemen yanında da çerçevelenmiş bir ayet el kürsi duası vardı.


 Mehmet etrafı incelemeye dalmışken içeriden gelen bağırma sesiyle irkildi: O davetiyeler bitecek bu akşama Kamil, valla bi bitmesin, ananın a*ını götünden sikerim!


 Bu cümlenin ardından, kemeri görünmeyecek şekilde sarkan göbeği, cam göbeği rengindeki gömleği, vişne rengi takımı, üzerine bastığı ayakkabılarıyla patron içeri girdi. Üzerindeki en değerli şeyler elindeki oltu taşı tesbih ve ‘Ooo yeğenim hoşgeldin!’ diyip gülümsediğinde florasandan yansıyan ışıkla parlayan üst çenesindeki altın dişti. Değerli olduğundan mı bilinmez, altın dişinin hemen yanında -muhtemelen yoldaşlık etmesi için- koca bir maydonoz parçası vardı.

Mehmet ‘Hoşbulduk abi.’ diyerek saygıyla ayağa kalktı.

 ‘Otur yeğenim otur.’ dedikten sonra atölyeye ‘ La Orhan, bak hele, buraya iki çay söyle.’ diye seslendi.

 Sonra Mehmet’e dönüp ‘Yeğenim, lafı uzatmaya gerek yok, baban benim askerlik arkadaşım, can kardeşim. Sen de onun canısın. Yani ben de baban sayılırım bir yerde. Paranı günlük veririm. Geç hemen başla işe ama soytarılık yapar da işini savsaklarsan külahları değişiriz aslanım, onu da bilesin!’ dedi Matbaacı Mahmut.


 Mehmet yerinden fırladı, ‘Ayıp ettin Mahmut abi bizde yanlış olmaz. Evelallah, işimizin hakkını veririz.’ diyip gülümsedi. Ardından patronun elini öpüp atölyeye geçti.

İşi çabucak kavrayan Mehmet, akşama dek durmadan çalıştı. Çalışmak onun için adeta yaşamaktı. Orta ikide okulu bıraktığı günden bu yana mahallede girmediği iş kalmamış, her seferinde biraz daha fazla bir ücretle başka bir işe geçmişti. Şimdiki adresiyse Kemeraltı’ndaki bu handı. Halinden memnun ve mutluydu.

Mesayinin bitimine 5 dakika kalmıştı, işini bitiren Mehmet’in aklına gün boyu sıçmadığı geldi, bunun aklına gelmesiyle sıkışması da bir oldu. Toparlanıp tuvalete gitmek üzereydi ki patronun odasından gelen bağrışmaları duydu. Seslerden biri çok tanıdıktı. O yöne doğru giderken iki el silah sesi duyuldu. Mehmet patronun odasına girdiğinde adeta şoke olmuştu. Patronu Mahmut kanlar içinde yerde uzanmıştı. Şoke olmasının asıl nedeniyse maalesef bu değildi. Patronun karşısında, elindeki silahla dikili duram adam sesten daha da fazla tanıdıktı.
Gördüğü manzara karşısında dehşete düşen Mehmet sesi giderek yükselen bir tonda, ‘ Dayı ne yaptın sen, ne yaptın sen, ne yaptın sen, ne yaptın amına koyayım!’ diye sayıkladı.
Mehmet’le yüzyüze gelen Avni cinnetvari bir tavır ve sesle, ‘ Necla’yı zorla sikmiş ibine, atarım seni evinden demiş, yatalak ananla sokaklarda sürünürsün demiş, benim olduğunu bili bile sikmiş, ya n’apsaydım, susup kenarımı çekilseydim götveren gibi ha, napsaydım Mehmet, n’apsaydım! Geberdi gitti işte pezevek!’ dedi ve alnındaki teri, gözünden akan yaşı, ağzından saçılan salyaları koluna silip gözlerini patlatarak cinlenmiş bir edayla güldü.

 Mehmet,’ N’olcak dayı şimdi, nolcak, siktin attın hayatını, zaten sikikti iyice siktin, nolcak şimdi amına koyayım!’ diye bağırdı gözlerinden yaşlar süzülürken.


 Avni, ‘ Al şunu!’ diyip elindeki silahı Mehmet’in eline tutuşturdu. ‘Beni şimdi alırlarsa belamı sikerler, müebbet yerim. Sen daha 18’inde değilsin. Allah’ıma sövüyodu de, anama bacıma sövüyodu de, 2-3 yılda yırtarsın Mehmet kurbanın olayım!’


 Boynunu büktü Mehmet, ‘Tamam.’ dedi, ‘Tamam ama babam yokken anama sahip çık, yoksa anam avradım olsun, çıkar çıkmaz ilk işim seni vurmak olur.’

Avni dudaklarındaki şerefsiz gülümsemeyle handan çıkarken Mehmet dizlerinin üzerine çökmüş, gözleriyse boşlukta kaybolmuştu.

Mehmet, işini 5 dakikada halledenlerdendi; katil damgası yemesi de ondan fazla sürmemişti.


Not: Tanıdığım ya da tanımadığım insanlardan az ya da çok devamını getireceğimi söyleyerek, bir cümle ya da paragraf istiyorum. Bu yazının ilk paragrafını bana yollayan Emre Bey'e teşekkür ederim. 

2 Mart 2015 Pazartesi

ANDA


‘Aramakla bulunmaz ama bulanlar hep arayanlardır.’ cümlesini okuyan genç kadın, omurgasından başlayıp tüm vücuduna, oradan da bilinen ve bilinmeyen tüm evrene doğru sudaki haleler gibi yayılan derin bir ürperti salınımına tutulmuştu. Özünden evrene dağılan bu haleleri yaratan taş görünürde küçük olsa da adeta bir nötron yıldızından koparılmıştı.

Yıllarca ıssız bir adada hapsolmuş ve giriştiği eylemlerle iç içe geçmiş binlerce düşün mücadelesinden sonra kurtuluşu elde etmenin ancak ve ancak ‘ katıksız bir kurtuluşu imkansız kabul etme bilinci’ ile mümkün olabileceğine inanmış fakat söz konusu kurtuluş için çözüme yönelik bu bilincini de yok etmesi gerektiğinden, düşüncelerini ve inancını, tam anlamıyla kurtuluşun aksi yönünde bırakmaya çabalayan ve bu dualistik totem dünyasında kaybolmuş birisi gibiydi; geçmiş yaşamında kendisi sandığı kişi. Geçmiş yaşamı?

Bir şeylerin geçtiği doğruydu ve insanlar, buna uzan zaman önce, ‘zaman’ adını vermişlerdi. Sanırım bu tanımlamayı, -şu an yaptığıma benzer bir şekilde- önceki yaşantılarına dair ilk farkındalık anında yaptılar; daha doğrusu, kendinden sonraki milyarlarca primata hayatı zehir edeceğinin farkında olmayan o tek kişi yaptı. Nasıl bir farkındalık anının doğmasına neden olduğunu ve bu farkındalık yüzünden, türünün ve o türlerden oluşacak diğer türlerin yaşayacağı acıları düşünseydi eminim o kişinin yapacağı ilk iş, bulabildiği en yüksek ağacın en üst dalına tırmanıp kendini boşluğa bıramaktı. Tabii eğer, o ana dek, intihar eylemine dair bir farkındalık oluştuysa! Ancak bunun olasılığı düşük görünüyor zira zaman mefhumundan -dolayısıyla geçmişten- bihaber canlıların, intihar gibi bir eylemden haberdar olmaları imkansız. Evet, ister geçmiş olgusunun farkındalığının/yanılsamasının doğurduğu intiharla isterse normal yollarla olsun; bizi öldüren her halukarda geçmişimizdir -ve ben şimdiye kadar geçmişi olmayan birini, ne gördüm ne de duydum- ama geçmiş, intiharda tüm yükü sizin omuzlarınıza yıkarken diğer yollarla gerçekleşen ölümlerde bu yükü sizin dışınızdaki unsurlara bırakmaktadır.

Her neyse, bir şeylerin geçtiği ve o şeyin zaman olduğu doğruydu ancak buna kesinlikle yaşamak denilemezdi. Ölü de değildi zira gerçek anlamda bir ölü olabilmeniz için öncelikle yaşamanız gereklidir ve yaşamak için de hayattayken ölmeniz…

O, tam anlamıyla sıkışıp kalmış biriydi; kurtuluşu umanlardan, eski tabirle araftakilerdendi. Uzun zamandır da bu durumun farkındaydı ve tüm mücadelesi kurtulmak içindi.

Ve ilk kez… İlk kez kurtuluş esintilerini hissetmişti. Hem de bunca zamanlık tüm çabasını çöpe atan bir cümleyle karşılaşmasına rağmen: ‘Aramakla bulunmaz ama bulanlar hep arayanlardır!’

Bu cümleyle karşılaşmasının nerede ve nasıl olduğunun hiçbir önemi yok. Genç kız ve cümle karşı karşıya gelmiş ve olan olmuştu. Yıllardır, geçmişin rutubetli molozlarının, orjinallerinden çok daha keskin kokulu ve ağır gölgeleri altında nefes almaya ve bir yandan da geleceğini inşa etmeye çalışırken, birdenbire, geçmişin tüm yıkıntıları yok olmuş, gelecek kavramıysa kafasından silinip gitmişti. (An)daydı ve (an)lamıştı!

Aramanın sonucunda -bir şey dışında- bulunacak hiçbir şey yoktu; hayatın, bu arama eylemi eşliğinde anda yaşadıklarından başka bir şey olmadığını ve onun da senden, bunu yaşaman dışında bir şey istemediğini idrak etmek. Bulunacak, daha doğrusu hali hazırda var olan tek hakikat, geçmişten ve gelecekten sıyrılıp anda yaşamaktı.

Öyle ya, bir kumarbazı bağımlı yapan kazanmak değil, kazanma ya da kaybetme ihtimalini yaşadığı oyun sürecidir. Hiç kimse, hayallerini kurduğu kadınla ya da erkekle birlikte olduktan sonra mutlu olmaz; dopamin birlikte olma anlarında salgılanır ki onda bile anı yaşamıyorsan, kafanda bin türlü kaygı ve geçmişe ait tortular varsa o dopamini salgılamak da mümkün değildir. Aşırı arzulanan bir iş, ev, araba… Her ne olursa olsun, elde edildikten sonra anlamını yitirir ve içinde yine o tanıdık boşluğu hissedersin.

İşte genç kadın bu döngünün dışına çıkmış ve (an)lamıştı ki yaşamak, sonunda hiçbir şey bulamayacağını -daha doğrusu herhangi bir sonun olmadığnı- bildiğin bir arayış halinin tadını çıkarmaktan, anın hakkını vermekten ibaretti.

Artık yaşadığını hissediyordu ve orası, kesinlikle cennetten başka bir yer değildi.

Not: Tanıdığım ya da tanımadığım insanlardan az ya da çok devamını getireceğimi söyleyerek, bir cümle ya da paragraf istiyorum. Bu yazıdaki 'Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır.' cümlesini bana yollayan Berna Hanım'a teşekkür ederim.

1 Mart 2015 Pazar

İLETİŞİME GİRİŞ SERİSİNDEN KALAN TEK YAZI


(Bundan önceki blog sürecimde, iletişime giriş adı altında yayınladığım ve toplamda 8 yazıdan oluşan seriyi, tüm yazıları bir daha ulaşılamayacak şekilde silerek sonlandırmıştım. Ancak o yazılardan birini bir arkadaşıma yolladığımı unutmuşum; geçenlerde, bir sosyal mecradaki hesabumda bulunan yazışmalarımı temizlerken karşılaştım. Bloğu yeniden işler kılınca, eskilerden bir parçanın yer almasının uygun olacağını düşündüm.)



4 aylık uzun bir aradan sonra, değişik isimlerle adlandırdığım fakat net bir terimle ifade edemediğim o yaşanmışlık parçalarından aklıma gelenleri yazmak üzere yine buradayım. Yazdıklarım, istisnasız her insanın her bir gününde yaşadığı şeylerdir. Fakat genelde bunlara dikkat etmezler veya etmemeyi tercih ederler. Veyahut da bu tip yaşanmışlıklara, tepkimelere -ki yaşamın tamamı tepkimelerle oluşan interdisipliner
 bir süreçtir- yönelik dikkatlerini, 'Tam seni düşünüyordum sen aradın; tam da bunu istemiştim, karşıma çıktı.' gibi cümlerin ardından gelen 'Kalbin temizmiş.' karşılığını alıp tatmin olduklarında noktalandırmayı tercih ederler. Ben sadece bununla yetinemeyip nedeni üzerinde düşünen biriyim; yani, herhangi bir ayrıcalık içermiyorum. Ve üzgünüm ama yaptığım gözlem ve irdelemelerle bunların kalp temizliğiyle pek de bir alakası olmadığı sonucuna defaatle vardım. Bununla birlikte, bunların raslantısal olaylar olmadığı kanaatinde olduğumu da söylemem gerek.

 Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, bunlar, maneviyat içeren soyut durumlar gibi yorumlansa da evrenin işleyişindeki herşey gibi bilimsel olaylardır. Bunları metafizik, spirituel, dini konular olarak görüp ucuzlaştırma çabası, sadece yeterli bilgi düzeyine sahip olmamamızdan, daha doğrusu bilimin olmazsa olmazı olan deney ve gözlemle somut veriler elde edemeyip delillendirememizden kaynaklanmaktadır.

Benim bunları irdelemem beyhude bir uğraş gibi görünse de hatta çoğu zaman bu görüşe bizzat katılsam da sorgulama ve anlamlandırma isteğimin üstesinden gelip bunları bir kenarı bırakamıyorum. Diğer yandan, pratikte bu ilgi alanımın hakkını verdiğimi de söyleyemem. Şimdilik -uzun aralıklarla olsa da- aklımda kalanları not etmekle yetiniyorum ve bu yazı da onlardan biri.
Her yazımın girizgahında aynı şeyleri tekrar ettiğimin farkındayım. Bunu yapma nedenimi, güncel konuları işleyen televizyon dizilerinin 'Bu dizide geçen kişi ve olaylar tamamen hayal ürünüdür.' açıklamasına benzetebiliriz. Aradaki tek fark, benim açıklamamın dizilerdeki açıklamaya kıyasla: 'Hayal ürünü gibi görünen bu yazıda geçen kişi ve olaylar tamamen gerçektir.' gibi tam tersi bir içeriğe sahip olmasıdır.

Lafı daha da uzatmadan aklımızda kalanları kayıt altına almaya başlayalım.

Bu sene, yani okuduğum üniversitedeki 2012-2013 öğretim yılının başında yine sıkıntılı bir ruh hali içindeyken, seçtiğim bir iki dersi değiştirmek için danışman hocamın yanına gittim. Ders seçimini tamamladıktan sonra huzursuz halimi farkeden hocamla bir süre sohbet ettik. Bu sohbet sırasında ona, yapmak istediklerim ve yapabildiklerim teraziye konduğunda karşılaşılan tablo nedeniyle duyduğum memnuniyetsizlikten, geçmişe yönelik pişmanlıklarımdan, geleceğe yönelik kaygılarımdan ve bu ikisinin yer aldığı ortamda doğal olarak barınamayan anın hakkını verme durumlarından bahsettim. Bununla beraber teoride kendimi fazlasıyla yeterli bulduğumu ama pratikte hep kaçakları oynadığımı ve bundan bir türlü kurtulamadığımı söyledim. Bunların sıradışı durumlar olmadığının farkındayım, atalet kıskacı günümüz gençliğinin pek çoğunu hiçbir çaba harcamadan kollarının arasında tutmakta.
Herneyse, o akşam aynı ruh haliyle eve dönerken iç sesimle kendi kendime söyleniyordum. Şu an yazarken dahi ciddiyetten uzak ve komik gelse de psikolojik sıkıntılarım olduğu için boş ve budalaca bir hayat yaşadığımı yoksa bir dahi bile olabilieceğimi söyleyerek hayıflandım. Ve bu gerçekten gerçekliğine inandığım bir yargıydı o an için.
Ertesi gün okul koridorlarında amaçsızca dolanarak 2-3 saatlik öyle arasından birkaç dakika daha öldürmeye çalışırken sıradışı bir eylemde bulunup fakülte kütüphanesine doğru yöneldim. İçeri girdiğimde karşıma gelen ilk raftaki kitaplara boş gözlerle baktım ve içlerinden rasgele bir kitap çektim; kitabın arka kapağında yazanları olduğu gibi aşağıya aktarıyorum.
'Bilgi edinme ile bir sorunda sahip çıkma arasındaki ilişki çoğu zaman ve doğru olarak teori ile pratik arasındaki ilişkiye benzetilmiştir. Kişi dünyayı yorumlamakla yetinmemeli, gerekiyorsa onu değiştirmeli de. Gerçekten, yorumdan yoksun bir değiştirme kör olduğu kadar; değişimsiz bir yorum da boştur, yararsızdır. Yorum ile değişim ya da teori ile pratik, birbirinden ayrı görünse de birbiriyle öylesine bağlantılıdır ki, uygulama bilgiyi besler ve güçlendirir; bilgi ise uygulamaya öncülük eder. Teori ile pratiğin, aynı şeyler olmadığı bir kez kabul edilince, onların yapıları değişmeye, değişik görünmeye başlar. Teori ile pratik arasında ilişkilerin başka bir yanı, zeka ile karakter arasındaki bağı hatırlatır. Her bireyin belli bir zihin gücüyle dünyaya geldiği ve psikolojik faktörlerin kişinin bir budala veya dahi oluşunda hemen hiç rol oynamadığı bilinmektedir. Fakat, budalalar ve dahiler, normal dağılımın istisnaları(azınlıkta olan grupları)dır. Beni hayrette bırakan husus, bu iki küçük grubada girmeyen çoğunluğun safdilliği olmuştur.'
Takdir edersiniz ki aynı gün içinde vardığım iki kompleks yargıya, ertesi gün 'rastgele' bakılmış bir kitabın arka kapağında karşılık bulmak, buraya kaydetmeye değer niteliktedir. Bu ve daha önce yazdığım benzer olaylar rastlantının her iki tanımına göre de -yani olayların gelişigüzel, nedensiz bir şekilde meydana gelmesine göre de; iki veya daha fazla olayın aynı anda herhangi bir bilgiye, isteğe, kurala ya da kararlaştırılmış belirli bir sebebe dayanmaksızın gerçekleşmesine göre de- rastlantı sayılamaz. Çünkü bu ne birini düşündüğümüzde düşündüğümüz kişinin bizi o anlarda telefonla araması ne de aklımızdan geçen -cevabı tek veya birkaç kelimelik- basit bir soruya karşılık, o an televizyondaki bir filmde geçen alakasız bir diyalogdaki sorumuza anlamca uyumlu cevabı almak gibi bir olay değildir. Zira yargılarımın, sorularımın ve onlara karşılık aldığım cevapların kompleks ve sıradışı olmaları, olasılık hesaplarını altından kalkılamayacak bir seviyeye taşımakta ve bunların rastlantı olarak nitelendirilmelerine engel olmaktadır.
Başka ve daha eğlenceli bir tepkime örneğine geçelim. Her yaz olduğu gibi geçtiğimiz yaz da tatilimin bir bölümünü -genellikle hafta sonlarını- Kuşadası/Davutlar'daki yazlığımızda geçirmekteydim. Dilek Yarımadası'nda bulunan milli park, denize girmek için tercih ettiğimiz yerlerden biridir ve günlerden bir gün, ailece yine oradaydık. Yüzerken zaman zaman, sivrisineğin bol olduğu yazlık beldelerden nasibini almış ayaklarımızdaki ufak yaraları görüp iştahı kabaran küçük balıkların tacizlerine uğramaktaydık. Bu benim için eğlenceli olsa da annem birden ürkmüş ve ardından anne saflığındaki 'Pirana olmasın bunlar!'cümlesiyle beni dumura uğratmıştı. Buna karşılık ben de ona piranaların denizlerde değil tatlı sularda yaşadığını söyledim; bu cevabımdan bir an için emin olamayıp 'Diyelim ki denizde olsun, Türkiye'de pirananın ne işi var!' diye de ekledim. Ardından kendi kendime 'Türkiye'de yoktur deme ya? Yoktur tabi oğlum, saçmalama.' diye söylendim. Aradan iki gün geçti ve hergün yaptığım gibi internette günlük haberleri okurken 'kısmen' saçmaladığımın farkına varmamı sağlayan o haberle karşılaştım. Haberi buraya yazıyorum ve habere ait linki de aşağıda sizle paylaşıyorum.
Meriç Nehri’nde pirana yakalandı Meriç Nehri’nde, balıkçı ağlarına, genellikle Güney Amerika’da rastlanan, grup halinde avlanan ve avını kısa sürede iskeleti kalıncaya kadar yiyen pirana takıldığı iddia edildi.
Amatör balıkçı Kadir Össal, nehirde 20 yıldır balıkçılık yaptığını ilk defa bir pirana yakaladığını ileri sürdü.
Türkiye’de piranaların yaşamadığını, büyük ihtimalle daha önce akvaryumda beslenen balığın göle bırakıldığını anlatan Össal, piranaların sürü halinde yaşayan hayvanlar olması nedeniyle başka piranaların da gölde bulunmasının muhtemel olduğunu belirtti.
45 santimetre uzunluğundaki sivri dişli balığın pirana olduğunu iddia eden Össal ”ilk defa şaşkınlığa uğradık. Bu bir pirana. Meriç Nehri’nden böyle bir balığın çıkması şaşkınlık yarattı, aynı zamanda nehrinde balıkçılığında sonu olabilecek bir şey. Bu etçil bir balık insanlarda giriyor nehre sonuçta ne olacağını kestiremiyorum. Uzmanlar tarafından incelenmesini istiyorum” dedi. Balıkçı Çetin Barçın ise yakalanan dişli balığın nehirde bulunan diğer balıklara da zarar vereceğini belirtti.
Barçın, ”Meriç Nehri’nde bu balıktan çoğaldıysa, bırakın diğer balıkları aç kalınca inanlara bile saldırırlar. Biz bu balığı ilk defa yakaladık. Eğer çok olsaydı mutlaka ağlara takılırdı. Büyük ihtimalle akvaryumda beslemekten sıkılan bir kişi bu balığı nehre atmış” diye konuştu.
http://gundem.milliyet.com.tr/meric-nehri-nde-pirana-yakalandi/gundem/gundemdetay/31.07.2012/1574313/default.htm

Anlattığım bütün olayların -genel anlamda- hemen hemen aynı olduğunu biliyorum ve bunlardan binlerce olsa da sadece hatırladıklarım arasından, ilk olarak, okunduğunda insana bir şeyler katan mesajlar çıkarılabilecek olanlarını, ikinci olarak da içeriğinde çok sık karşılaşmadığımız, eğlenceli unsurlar barındıranları kaydetmeye çalışıyorum. Bu kayıt da pirana nedeniyle ikinci kısım kayıtlardan biriydi.
Yakın tarihteki bir başka örneği kaydedelim şimdi de. Uyumak üzere yatağa yattığınız ilk anlarda, laf lafı açar tabirine -sürat anlamında fark atsa da- benzer şekilde düşünce düşünceyi açar, oradan oraya sürüklenirsiniz ya, işte o klasik anlardandı ve 6.5 milyarlık insan nüfusunun çok fazla olduğunu, şu koca dünyada yüz kişi olsaydı dünyanın belki daha basit ama daha huzurlu bir yer olabileceğini düşündüm. Fakat ardından aklıma The Walking Dead adlı dizi geldi ve sayıca çok az insan kalmasına rağmen orada da birbirleriyle çatıştıklarını düşündüm. Sonra 'Gerçekten 100 kişinin yaşadığı bir dünya olsa nasıl olurdu?' diye bi soru geçti aklımdan. Bu sorudan 2 veya 3 gün sonra, fakülte kantininde ders saatinin gelmesini beklerken okuduğum gazetede, 100 kişilik dünya nasıl olurdu türevi bir başlıkla yayımlanmış bir haberle karşılaştım. Haberin içeriğinde 100 kişilik bir dünya olsa cinsiyet, ırk, dini inanç, yaşam koşulları vb. açısından nasıl bir dağılım olacağına dair rakamlar verilmişti. Haberde araştırmayı yapan kuruluşun adı -Daily infografic- verilmişti ve daha sonra bu olayı kayıt altına almak isteyeceğimi düşünerek kuruluşun adını telefonuma yazdım. Fakat az önce kurumun adını yazarak yaptığım aramalarda, o gün o gazetede yeralan haberi bulamasam da ve oradaki haber daha kapsamlı olsa da yapılan bu araştırmanın farklı kaynaklarda yayımlanan haberlerini buldum. Eğer dünyâmızı, oranlarını değiştirmeden 100 kişilik küçük bir kasaba boyutuna düşürebilseydik ne olurdu? 57 kişi Asya'lı, 21 kişi Avrupa'lı, 14 kişi Amerika'lı, 8 kişi Afrika'lı, 52 kadın, 48 erkek, 30 beyaz renkli, 70 diğer renklerden, 30 Hıristiyan, 80 kişi standartların altında evlerde yaşardı.70 kişi okuma yazma bilmezdi.50 kişi kötü beslenirdi.1 kişi doğmak üzere, 1 kişi de ölmek üzere olurdu.Sadece 1 kişi üniversite eğitimi alır, sadece 1 kişinin bilgisayarı olurdu.
Yine benzer tarzda başka bir olaya geçelim. Bundan 2 ay önce İzmir'deydim. Sıradan bir gündeki sıradan eylemlerimden birini gerçekleştiriyordum; yani belgesel izliyordum. Her ne kadar savana belgesellerinden sıkılalı yıllar olsa da arada sırada onları da izlerim. Ekranda bu kez zebralar vardı, bir an için acaba zebranın atla çiftleşmesinden yavru meydana geliyor mu, gelse nasıl bir şeye benzer ve katır gibi soyunu devam ettiremez mi acaba diye sordum kendi kendime. Çünkü çokça belgesel izlememe rağmen bu zamana kadar o türde bir hayvanı görmemiş olmam garip gelmişti. Birkaç gün sonra otobüsle Eskişehire dönerken televizyonda Ayna isimli gezelim-görelim tarzı programa denk geldim. Beğenmediğim bir program olsa da çok fazla seçeneğim olmadığından ve Güney Amerika ülkelerini sevdiğimden izlemeye karar verdim zira program Kolombiya'da geçmekteydi. Neyse, programın ortalarında sunucu bir at çiftliğine gitti ve bir iki midilli gösterdikten sonra kare değişti ve tahmin edeceğiniz hayvan ekranda göründü. Babası at annesi zebra olan hayvanın dünyada sadece Kolombiya'da bulunduğunu, sayılarının beş tane olduğunu ve bu girişime 4 yıl önce başlanmış olduğunu söyledi.
Bu ve daha önce yazdığım buna benzer örnekler, bana her seferinde, soruların cevapları, cevapların da soruları var ettiğini, dolayısıyla soru sormanın hayatta insana verilmiş en büyük lütuf ve bu lütufu doğru kullanmanın en büyük hazine olduğunu hatırlatır. Ne olursa olsun soru sormaktan vazgeçmemeliyiz; ne mutlu bu nimetin kıymetini bilenlere!
Bir başka olay. Yazlıktaydım, içeriğini şu an hatırlayamadığım bir konu hakkında babamla konuşmaktaydık. Birisi hakkında olumsuz bir eleştride bulunduğunu hatırlıyorum sadece. Bunun üzerine ona egolarından kurtulmasını gerektirdiğini, bunun da bir bağımlılık türü olduğunu ve insanı mutsuz eden şeyin bağımlılıklar olduğunu söyledim. Buna karşılık bana şakayla karışık 'Egom olmadan yaşayamam ben.' gibilerinden bir cevap verdi. Tebessüm ettikten sonra aklımdan kendim de dahil olmak üzere ne onunla ne de onsuz olamadığımızı düşündüm ve çağrışım bu ya aklıma Müslüm Gürses'in 'Ben Senin Kulun muyum?' şarkısındaki 'Ne senle yaşanıyor ne de sensiz oluyor!' dizesi geçti. Eve de alkollü döndüğümden o an o şarkıyı dinlemeyi gerçekten çok istemiştim ama ne yazık ki yazlıkta internet yoktu. Telefonumda internet vardı fakat internetten müzik dinlemek için yeterli seviyede değildi. Ardından işte imkansız bir durum diye düşündüm: Bu gece, bu şarkıyı dinleyemem. Sonrasında odama çıkıp kitap okumaya karar verdim, bir-iki saat sonra kitapta bilmediğim bir kelimeyle karşılaştım. İnternetten anlamına bakmak istedim fakat siteye girerken hafıza doldu uyarısıyla karşılaştım. Kayıtlı fotoğraflardan gereksiz olanları silmek istedim, eski tarihlerde çekilmiş 8-9 resim sildikten sonra resimlerin arasında tanıdık gelmeyen bir videoyla karşılaştım ve açtığımda yüzümde bir gülümseme hasıl oldu. Tıkladığımda karşılaştım içerik, yaklaşık bir yıl önce Eskişehir'deki evimin penceresinden çekilmiş yağmurun şiddetle yağdığı anlardı. Yüzümde gülümsemeye neden olansa fonda çalan, son ses açılarak kaydedilmiş şarkıydı!
Bu tip örnekler bana hep, neden-sonuç ilişkisinin anlık olmadığını, zaman içinde nasıl yayılabildiğini, zamanın göreceliliğini, neden ve sonuçların zamandan bağımsız olduğunu, dolayısıyla neleri neden neleri sonuç olarak saptayabileceğimizi belirlemenin öyle göründüğü gibi basit olmadığını ve insan algısının ötesinde bir algı gerektirdiğini düşündürmüştür. Ayrıca yaşamlarımızda imkansız kelimesinin beklenmedik şekilde devre dışı kaldığı örneklerdeki en büyük rolün bu kurguya ait olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla geçmişimizi -çok ender rastlanan bazı obsesif beyinler hariç- tüm anlarıyla hatırlayamayacağımızdan ve gelecekte karşımıza çıkacak tüm olasılıkları -evrimimizin şu anki aşaması dahilinde- mevcut yetilerimizle bilemeyeceğimizden ve bu ikisi arasındaki ilişkiyi tanrısal bir farkındalık ve zekayla hesaplayamayacağımızdan dolayı yaşadığımız ana ve yakın geleceğe yönelik değerlendirmelerimizde imkansız tabirini inanarak kullanabilmek neredeyse imkansızdır. Bu nedenle ne olursa olsun devam etmek, insanın olmazsa olmazı olmalıdır.
Yine yazlıkta başka bir gün, babam ve annemle kumsaldaydık ve kardeşlerimin eşleriyle olan durumları, evlilik hayatları hakkında konuşuyorduk. Sohbetin bir bölümünde yalnız yaşamanın evlilikten çok daha rahat ve güzel olduğunu, her zaman yalnız yaşayacağımı söyledim. Buna endişeli bir şekilde tepki verdiler ve yalnızlığın kötülüğünden detaylıca bahsederek bu görüşümden vazgeçmem gerektiğini ısrarla vurguladılar. Ben de hayatın bana ait olduğunu söyledim ve istediğim gibi gibi yaşarım diyip kestrip attım. Son olarak da yalnızlığın çok daha iyi olduğunu ileri süren bikaç örnek daha verdim.
Her neyse, eve döndüğümüzde televizyonu açtım ve şu an Youtube'tan baktığımda, 05:39'uncu saniyesinden izlemeye başladığımı öğrendiğim Lamekan isimli belgeselde, ihtiyar adamın azından dökülen sözler şu şekildeydi: 'Hiç kimsem yok benim. Yani dünyada yapayalnız kaldım. Yalnızlık!.. Ne bileyim, nasıl anlatayım yani bunu ben size? Allah kimseyi yalnız bırakmasın diyim! Yalnızlık kötü bir şey! İnsanın bir arkadaşı olacak. Benim hiç arkadaşım olmadığı zaman sandalyelerle konuşuyorum. Sandalyeye diyorum nasılsın, iyi misin? Sandalye de diyo 'E iyiyim iyiyim, sen nasılsın.?' diyor, heh heh! Biraz espri edelim.
Bu ihtiyar sonunu espriyle bağlasa da belgeselin devamında çok daha ızdırap dolu yalnızlık hikayeleri gözler önüne serildi ve bu belgesel gerçekten, kumsalda anlayamadıklarımı, daha doğrusu anladığım halde önemsiz gördüklerimi, kafama balyozla vurulmuş gibi hissettirerek önemsetmişti.
Hatırladığım tepkimeler arasından birkaçını daha -hatırladığım kadarıyla- yazarak devam edelim. Bundan 3-4 ay kadar önce sıradan bir günün akşam üstünde biraz hava almak amacıyla yürüyüşe çıkmıştım. Bir an için zihnimde sürekli konuşarak olumsuzluk bombardımana neden olan o sesi ferkettim, bu yeni bir farkındalık değildi elbette, kendimi bildim bileli olumsuz düşüncelerden muzdarip biriydim. Fakat o an, sürekli olumsuz düşünceler oluşturan; düşüncelerin hayatın yapı taşı olduğu gerçeğini defalarca kez tecrübe ederek bildiğinden, sürekli kaygı ve korku üreten ve bu sürecin işleyişini bildiği için mevcut olumsuz düşüncelerini ve kaygılarını insanlarla paylaşmayı anlamsız ve gereksiz bularak zehriyle yaşamaya devam eden bir beyne sahip bedenin aslında yaşamadını düşündüm. Zihnimdeki bu sesi nasıl susturabilirim, nasıl gerçekten yaşamaya başlayabilirim diye sordum kendi kendime. Daha sonra eve gelip bilgisayarımı açtığımda facebook hesabımın ana sayfasındaki en son paylaşım şuydu:
Bu video düşüncelerime cevap olsa da videoda ulaşılması amaçlanan durumun belli bir seviyeye gelindikten sonra amaçlanması gereken bir durum olduğunu düşünüyorum. Zira gelişim için çatışmalara ihtiyacımız vardır. Gerçi bu durum da kendi içinde çatışmalar içerse ve mücadele gerektirse de bence içsesimizle oluşturduğumuz çatışmaları yeteri kadar yaşamadan bu duruma ulaşmaya çalışmak pek de doğru değil. Zira belki bu duruma erişip huzur ve mutluluğu bulabiliriz ama bu bence işin kolayına kaçmak olur. Neden bu şekilde düşündüğümü sıradaki tepkime örneğini anlattıktan sonra yapacağım genel değerlendirmede anlatacağım.
Son olarak eklemek istediğim bir-iki ufak olay daha var. Geçen yıl Sci Tech TV'de, 'Welcome to the Nanoworld' isimli 4 bölümlük belgesel dizisinin ilk bölümü olan 'From Micro to Nano' yu izliyordum. Hepimiz bu konuya az çok aşina olsak da bu belgeselde nanoteknolojinin ne olduğu, geçmişi, bugünü ve yarınlarında neler olabileceği kapsamlı bir şekilde anlatılıyordu. Belgeseli izlerken çok etkilenmiştim; özellikle bu teknolojinin gelecekte ne gibi amaçlarla ne gibi icatlara neden olabileceğinin anlatıldığı kısımlarda buruk bir coşku hissettim; hatta, üzüldüğümü açıkça söylemeliyim . Çünkü bilim ve teknolojideki gelişim, benim geleceği -bundan beş yüz ya da bin yıl sonrasını- görmeyi arzulamamın en büyük nedeni olmuştur. Belgeselin sonlarına doğru bu düşünce eşliğinde büyük bir hayıflanma yaşarken, gelecek hakkında konuşan 70 yaşlarındaki profesörden beni kısmen rahatlatacak ve bu düşüncelerime adeta cevap olacak bir cümle geldi. Bu alanın ve bu alanda devam eden gelişmenin muhteşemliğinden ve gelecekte olabileceklerden bahsettikten sonra, o da benim gibi hayıflanarak 'Keşke şimdi 25 yaşında olsaydım!' dedi. Bu beni rahatlattı çünkü o belgeseli izlediğimde 25 yaşındaydım. Tabii ki profesörün, bu konuda hayıflanarak 'Keşke şimdi 70 yaşında olsaydım!' diyen başka bir profesörle karşılaşması sanırım düşük bir ihtimal. Bu yüzden şanslı olduğumu söyleyebilirim. Bu arada tüm aramalarıma rağmen değil Türkçe altyazılısını, İngilizcesini bile bulamadım bu belgeselin. Youtube'ta da sadece üçüncü bölümü eklenmiş. Fakat bir çok sitede satılıyor.
Görünen o ki bu tepkimeden anlamam gereken, bu dünyaya geliş zamanımız bizim için en doğru zaman; bu yüzden geçmişe veya geleceğe yönelik keşkeli cümleler kurmak yerine yaşadığımız dönemin hakkını vermeliyiz ki zaten en azından şu ana kadar başka bir şansımız olmadığını biliyoruz.
Tüm bu anlattıklarımdan yapılabilecek başka bir çıkarım da şudur ki olumsuz iç sesimizin çıkarımları aynı anda başka bir yerde aksini oluşturur ya da kendi oluşumuyla halihazırda bulunan aksinin çekim alanına girer ve bu eşzamanlılık sayesinde birbirlerini bulurlar. Bu durum insandaki olumsuzluğu ortadan kaldırıp uyumlanmaya ve gelişmeye neden olma amaçlıdır. Diğer bir tarafta da olumlu kurgularımız aksleriyle buluşur ve bu çatışma da olumlu kurgularımızı güçlendirerek uyumlanmaya ve gelişmeye neden olma amaçlıdır. Kısacası tüm bunlar evrimin temel fonksiyonlarıdır ve bence, asıl sihirli, asıl büyülü, asıl mucizevi olan budur. İmkansız veya rastlantı denilen olayların bilimsel nedenlerle oluşmasındaki ihtişam, denizin bir asa darbesiyle ikiye ayrılması ya da bir insanın suyun üzerinde yürünmesi gibi anlatılarda yer aldığı düşünülen ihtişamdan kıyaslanamayacak derecede fazladır. Bunu gerçekten kavrayan insan bir kum tanesine baktığında dahi ihtiyaç duyduğu tüm ihtişam ve mucizeyi iliklerine kadar hisseder; hatta, o tek kum tanesinin altında ezililerek altından kalkmakta zorlanacağı duygu durumlarında, oradan oraya savrulurken kendini kaybedebilir ve bu kayboluş, gerçek anlamda kendini bulmanın olmazsa olmazıdır.

https://fbstatic-a.akamaihd.net/rsrc.php/v2/y4/r/-PAXP-deijE.gif