27 Ekim 2015 Salı

ÖLÇÜ



Eskişehir’in soğuk ve yağmurlu bir akşam üstünde, el ele yürüyen yüzlerce genç çiftten biriydi Zeynep ve Kenan. Oradan buradan laflıyorlar, bazen birbirlerini kızdırıyorlar, bazen de çevrelerinde aynı anda fark ettikleri bir garipliğe gülerek keyifleniyorlardı. Kısacası, gençliğin ve yüzlerce genç çiftten biri olmanın tadını çıkarıyorlardı.

Derken Zeynep’in gözü, duvara yarım yamalak yapıştırılmış bar afişine ilişti. Birden heyecenlanan Zeynep, ‘Aşkım şuna bak. Bu hafta sonu Bülent Ortaçgil geliyormuş. Nolur gidelim!’ dedi. Kenan da pek sevmediği halde sevgilisinin bu coşkusuna hayır diyemeyeceğinden ‘Tamam güzelim, madem seviyorsun gideriz o halde.’ diye karşılık verdi.

Bu cevaba çok sevinen Zeynep, ‘Biletleri şimdi alalım mı? Sonra biter falan…’ diyerek yavru bir kedi edasıyla Kenan’ın yüzüne baktı. Kenan, ‘ Haklısın tatlım, işimizi şansa bırakmayalım. Sonra bir de kalmazsa falan, ne yaparım hayal bile edemiyorum!’ diyerek gülümsedi. Zeynep hafif alınmış bir tavırla ‘Aşk olsun, öyle mızmız biri miyim ben! deyip dudak büktü. ‘Şaka yapıyorum tatlım. Hem doğru söylüyorsun, hazır buradayken gidip alalım.’ dedi Kenan ve bara gidip biletleri aldılar.

Hafta içindeyse, o anlamsız tartışmalardan birini yaşayıp suskunluğa gömüldüler. Derken haftasonu yani konser zamanı geldi. Ancak ne Zeynep ne de Kenan en az tartışma kadar anlamsız olan gururlarını yenemeyip birbirlerini arayıp sormadılar. Kenan Zeynep’in bu konsere gitmeyi çok istediğini hatta en basitinden, biletlerin yanacağını düşünüp aramak istese de yapamadı.

Birkaç gün sonra, aynı barın önünden geçen Kenan, aynı afişin yaklaşık üç hafta sonrasındaki bir tarihi gösterdiği haliyle karşılaştı. Merak edip içeri girerek anlamsız da olsa sordu.’Merhaba. Bülent Ortaçgil tekrar mı geliyor?’. ‘Evet, geçen gün köpeği öldüğü için sahneye çıkamadı. O yüzen sahnesi ileri bir tarihe ertelendi.’ karşılığını alan Kenan, ‘Hem Zeynep konseri kaçırmadı hem de biletler yanmadı.’ deyip sevindi. Biletlerin yanmaması için sevinmesini mazur görmek gerek zira Kenan henüz bir öğrenciydi ve çalışan biri için rahatsız edici olmayacak  maddi kayıplar karşısında  ‘Önemli değil ya!’ kelimesini kullanabilmesine daha yıllar vardı.

‘İşte!’ dedi Kenan, ‘Bu bir işaret!’. ‘Bu konsere Zeynep ile birlikte gideceğiz.’ diyerek gülümsedi. Bir başkası için çok büyük anlamlar ifade eden köpeğin ölümüne adeta sevinmişti.

Bir, iki derken üçüncü hafta da geçti ve günlerden cumartesiydi. Konser günü gelmişti. Bu süreç içinde, genç çift yine birbirlerini arayıp sormadılar; belki çok istediler ama yapamadılar. Sahne saati yaklaşırken Kenan ümidini kesmiş, bu ilişkinin sona erdiğini kabullenmişti. Bari biletler yanmasın diye sınıfından arkadaşlarına haber saldı. Ancak o hafta bayram tatili olduğundan neredeyse tüm arkadaşları memleketlerine gitmişti. Kenan da kendi kendine ‘ Öyleyse çıkıp benimle konsere gelecek bir kız bulabilirim; olmadı, biletleri yolda gördüğüm genç bir çifte hediye ederim.’ diye düşündü ve evden çıkarak bara doğru yürümeye koyuldu. Barın önünü şöyle bir süzdü ancak konsere birlikte gitmeye uygun birilerini göremedi. Ardından ‘Demek ki ben de gidemeyeceğim. En iyisi bunları güzel bir çifte  hediye etmek. Hem böylesi içime daha çok siner, Zeynep’in gitmeyi istediği bir konsere başkasıyla gitmek doğru olmaz.’ deyip sokaklarda yürüyerek teklifine uygun bir çift aramaya koyuldu.

Bir süre dolaştıktan sonra aklına eski kız arkadaşlarından Aylin geldi. Telefonunu çıkarıp rehberi açtı, numaraya bir süre baktıktan sonra ‘Yok ya aramayacağım onu. En son iletişimi o kesti ve bir daha da dönmedi. Neden bunca zaman sonra çaresizce arayıp böyle bir teklifte bulunayım ki?’ dedi ve bu çaresizliğine inat edercesine ‘Çağırmayacağım ulan işte!’ deyip telefonu cebine koydu.

Ardından on-onbeş adım attı ve caddeye çıktı. Canı sıkkın olduğundan bakışları çoğunlukla yerdeydi. Birkaç adım daha attıktan sonra kafasını kaldırdığında ilk gördüğü kendisine doğru yürümekte olan iki kız oldu. ‘Hadi ya! Yok artık!’ deyip şaşkın bir şekilde gülümsedi ve ardından ‘Tamam, istediğin gibi olsun!’ dercesine gökyüzüne bir bakış attı.

Derken Aylin de Kenan’ı fark etti ve göz göze geldiler. Ardından gülen yüzlerle birbirlerine yaklaşıp konuşmaya başladılar.

Uzun zamandır görmediğin birini gördüğünde yapılan birkaç yarı gerçek yarı sahte cümleyle ilk kısmı geçtiler. Ardından Kenan yaşadığı durumu olduğu gibi anlatıp, Aylin’e ve daha sonra kuzeni olduğunu öğrendiği yanındaki kıza biletleri hediye etmek istediğini söyledi. Memnuniyetle kabul ettiler ve Kenan’a ‘Sen de bizimle gelmeyecek misin?’ diye sordular.

Kenan’ın aklında elbette onlarla birlikte gitmek vardı ama yine de alacağı cevabı az çok tahmin ettiğinden ‘Siz kız kıza çıkmışsınız ya planlarınızı bozmak istemem şimdi.’ diye karşılık verdi. Aylin de uzun zamandır görüşmediklerini, birlikte vakit geçirmenin güzel olacağını söyledi. Ardından bara doğru yöneldiler. Kenan halinden son derece memnundu, kötü giden gece hatta öncesindeki günler ve haftalar, şimdi olumlu ve güzel bir yöne evrilmekteydi. Şansının döndüğünü hissediyordu. 1 dakika öncesindeki gerginliğinden ve mutsuzluğundan eser kalmamıştı.

Barın kapısına geldiklerinde konseri sordular ancak konserin yine iptal olduğunu öğrendiler. Nedenini sorduklarında, bu kez de annesinin öldüğünü öğrendiler. Sanki konsere gidememeleri daha vahim bir durummuşçasına ‘Hadi ya! Olaya bak! Olacak iş mi şimdi bu!’ deyip geçiştirdiler. Bir insanın annesini kaybetmesinin yaşatacağı acı, akıllarının ucundan bile geçmedi o anda.

Sonra başka bir barda aldılar soluğu. İçmeye başladılar. Kuzen Cansu, telefonuyla ilgilenirken Kenan ve Aylin karşılıklı oturmuş, yarıda kalan bir şeyleri tamamlayacak olmanın verdiği neşeyle muhabbeti koyulaştırıyorlardı. Her şey Kenan'ın istediği gibi giderken Cansu Aylin’e dönerek bir şeyler söyledi. Aylin’in yüzü asıldı ve ‘Nereden çıktı şimdi, sırası mıydı!’ diye söylendi. Cansu, ‘Ne yapayım ya! Neredesiniz diye sordular, ben de söyledim. Nereden bileyim kalkıp geleceklerini!’ diye karşılık verdi. Gerginliği fark eden Kenan ne olduğunu sordu.

‘Ya Emin ve Erdil diye iki arkadaş var da, onlar geleceklermiş.’ dedi Aylin. Kenan da bu durumdan pek hoşnut olmasa da ‘Gelsinler ya ne olacak. İçeriz işte hep beraber. Sen niye gerildin ki bu kadar?’diye karşılık verdi.

Aylin, ‘ Ya ben motosikletleri çok seviyorum. Mahallede de vefat eden abimin bir arkadaşı vardı. Ondan rica etmiştim, beni uygun bir zamanda gezdirmesi için. O da kendisinin müsayit olmadığını fakat Emin isimli bir arkadaşının yardımcı olabileceğini söyledi. Ben de tamam dedim. Sağ olsun, bir-iki kez motorla gezindik ama sonra davranışları farklılaşmaya başladı. Ben de o anlamda bir şey istemiyorum çünkü abim gibi görüyorum. Ama hala böyle arayıp soruyor. O yüzden rahatsız oldum.’ diye yakındı. Kenan, ‘Tamam canım, sen istemiyorsan sorun yok, gelsinler bir şey olmaz, içip muhabbet ediyoruz işte.’ deyip Aylin'i rahatlatmaya çalıştı.

Aradan yarım saat kadar geçtikten sonra masadaki kişi sayısı beşe çıkmıştı. Emin Kenan’ın, Erdil de Cansu’nun yanına oturdu. Sahte sıcak bir tanışmanın ardından oradan buradan konuşmaya başladılar. Emin bir fabrikada işçi olarak çalışan, efendi mizaçlı, sıradan bir tipi olan, iyi olarak tanımlanabilecek bir gençti. Kenan’ın ortamdaki varlığından dolayı rahatsız olduğuna dair en ufak bir işaret vermemiş, Kenan’a üstünlük kurma amacıyla ego içerikli hiçbir cümle kurmamıştı. Erdil ise yakışıklı, deli dolu, çoğunluk için şımarık sayılabilecek biriydi; sohbetin bir bölümünde askerliğini İzmir/Bornova’daki Küçükpark’ta yer alan asgari gazinoda, komutanın şoförü olarak yaptığını anlatarak ne kadar şanslı olduğundan, adeta kendisiyle övünerek bahsetmiş, bir başka bölümde ise Aylin, mahallesinde yaşayan ve motor tutkunu olan isimlerin fotoğraflarını telefonundan gösterdiğinde, resimdeki kişilerle, ‘Bu tipler ne ya, kim bunlar kızım! diyerek gülüp geçmişti.

Bir süre sonra, ortama dahil olan bu iki genç adam sürat motoru tutkunu olduğundan, laf ister istemez motorlara gelmişti. Motorla ne denli yüksek hızlar yaptıklarından, nasıl heyecanlar yaşadıklarından bahsediyorlar, diğerleri ise yabancısı oldukları bu deneyimleri şaşkınlık ve tebessümle dinliyorlardı.

Kenan, biraz kaygılı bir yapıya sahip olduğundan merak edip sordu. ‘Bizim ülkede trafikteki  motorlara hiç saygı duymuyorlar. Sizi sıkıştıran, aracını önünüze kıranlar olmuyor mu hiç?’ diye sordu. Bu soruyu Emin, ’Kullanmayı bildikten sonra bir şey olmaz, bilmezsen sıkıntı tabi öyle şeyler.’ diye yanıtladı. ‘Peki önünüze aniden kedi, köpek vs. çıktığında napıyorsunuz? Sakat değil mi ya, bana tehlikeli geliyor bu motor işi.’ diye yeni bir soru ekledi Kenan. Bu kez Erdil, ‘Ya çıkarsa çıkar, bassçan geçen öyle bir şey olursa, aman çarpmayım, ezmeyim falan dersen o zaman sen zararlı çıkarsın.’ diye cevapladı. Kenan bu cevap üzerine ‘Bilmiyorum ya, Allah kaza bela vermesin kardeşim, dikkatli olun.’ Diye devam etti. Bunun üzerine Emin, ‘Ya zaten çok yaşayıp ne yapacaksın! Ben 50’ye kadar yaşasam yeter. Ondan sonra nolcaksa olsun!’ diye çıkıştı. Bu sözlere duyan Kenan, ‘Öyle deme kardeşim, Allah’ın gücüne gider, ya o yaşına geldiğinde çok iyi, sağlıklı, mutluysan; bir elli sene daha yaşama arzusu varsa içinde… Yine bunu der misin? Boşver, ‘Allah hayırlı ve uzun bir ömür versin.’ de geç.’ diye müdehale etti. Emin söylediklerindeki ısrarlı tavrını koruyarak, ‘Yok ya 50 sene yeter. Ondan sonra yaşamasam da olur.’ diye yineledi.

Derken sohbet devam etti ve gecenin sonuna gelindi. Emin ve Erdil motorlarına atlayıp gittiler. Kenan ise Aylin ve Cansu’yu evlerine bıraktı. Kenan da evine doğru yol alırken derin bir düşünceye daldı. ‘Tanrım, ben hayatımdaki her davranışımı, her sözümü, hatta düşüncelerimi dahi kimsenin hakkına girmeyeyim, yanlış bir şey yapmayayım diye  bin defa ölçüp tartarken hatta bu yüzden zaman zaman kafayı yerken ve buna rağmen endişeden kurtulamayıp mutsuz bir hayat yaşarken nasıl oluyor da bu insanlar hiçbir şeyi önemsemiyor, saatte 300 km hızla, sonunu düşünmeden motor kullanıyor, hiç tanımadığı insanları gördüğünde rahatça dalga geçebiliyor ve en kıyak yerlerden birinde askerliğini yapabiliyor ve bunu da çok şükür böyle yapabildim demek yerine keyiflenerek anlatabiliyor ya da şu kadar yaşasam yeter diye rahat rahat konuşabiliyor.’ diye iç sesiyle söylendi. Sonra, bu sözlerden dolayı birden, içini bir korku kapladı. İç sesini farkında olmadan bir yana bırakıp, dışarıdan duyulabilecek bir şekilde, ‘Tanrım, neler söylüyorum ben! Elbette onlara bir şey olsun manasında demiyorum bunları. Ancak benim bu şekilde yaşamam mı doğru yoksa onlarınki mi? Sadece bunu merak ediyorum ve bunu öğrenmek istiyorum senden.’ diye ekledi ve yoluna devam etti.

Aradan bir gün geçti. Pazartesi günü Kenan
Aylin’e telefondan mesaj atıp ‘Bugün birlikte kahvaltı edelim mi?’ diye sordu. Ancak Aylin’den hiç beklemediği bir cevap aldı. ‘Kenan, isterdim ama çok kötü bir şey oldu. Dün Emin ve Erdil kaza yapmışlar Emin ölmüş. Şimdi cenazesini kaldırmak için camiye gidiyoruz.’ yazıyordu mesajda.

Kenan donakalmıştı. Ne söyleyeceğini bilemedi. Biraz duraksadıktan sonra cenazenin hangi camiden kaldırılacağını sordu. Ardından hazırlanıp camiye gitti. Yağmurlu bir gündü. Caminin önüne onlarca motosiklet, onlarca genç, Emin’in ailesi ve tüm yakınları doluşmuştu.

Cenaze namazı kılındı ve mezarlığa doğru yola çıkıldı. Kenan ise tüm bu süreçte içini kemiren acaba sorusu ile cebelleşmekle meşguldü. Derken dayanamayıp sordu Aylin’e, ‘Kaza nasıl olmuş?’

Aylin yaşlı gözlerini silip cevapladı, ‘Dün İnönü Caddesi’nde gidiyorlarmış. O sırada biri arabasını Emin’in önüne kırmış, Emin çarpıp yola savrulmuş. Arkasından da Erdil geliyormuş. Önüne aniden çıkınca üzerinden geçmiş. Aslında hızlı gitmiyorlarmış çarpmadan dolayı ölmemiş, Erdil üzerinden geçince ölmüş.’.

Bu açıklamayla Kenan’ın acabaları midesinden ve beyninden daha büyük ısırıklar koparmaya başlamıştı zira Aylin’in anlattıkları, o gece Kenan’ın, Emin ve Erdil’e sorduğu sorulara aldığı cevaplarla paraleldi. Üstelik, o gece, evine dönerken Tanrı’ya bulunduğu serzeniş de yaşanan durumla örtüşüyordu. Bunları düşününce daha da gerilmişti.

Derken, derya gibi sonsuz görünen mezarlığa gelindi. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Emin’in yakınları mezarın başında defin için hazırlık yaparken Aylin, Cansu ve Kenan birkaç metre geriden onları izliyordu. Merhumun üzerine toprak atmak için yakınları sıraya girdi. Kenan da bu törene eşlik etmek istiyordu ancak bir taraftan içini kaplayan o kuşkudan dolayı, bulunduğu yere çakılı kalmıştı sanki. Bunların saçma düşünceler olduğunu kendine tekrar edip kalabalığa doğru yürüdü ve toprak atmak için sıraya girdi. İki üç kürek toprak atan, küreği bir diğerine veriyor ve sıra yavaşça tükeniyordu.  Fakat Kenan’ın içindeki suçluluk duygusu tüm çabalarına rağmen artmaktaydı.

Ve sıra kendisine geldi. Küreği toprağa sapladı. Ancak tam kaldıracağı sırada, kalabalıktan biri küreğin üzerine bastı. Kenan küreği bir türlü çekemedi. Bu durumdan ister istemez irkilen Kenan, sırayı arkasındakine devretti.

Sonra durdu ve bir kez daha düşündü. Böyle bir şey gerçekten olabilir miydi? Sırf kendi iç hesaplaşmalarından, aklından geçen ve dilinden dökülen sözcüklerden dolayı bir insan hayatını kaybedebilir miydi? Nasıl gelmişti bu noktaya? Birden tüm bu olan bitenin en başına döndü. Zeynep, Bülent Ortaçgil, konser, bilet, ayrılık, bir köpeğin ve annenin ölümü, bir yıldır yüzü görülmemiş eski bir sevgilinin tam da ‘Onu aramayacağım!’ dediği anda karşısına çıkması ve ardından yaşananlar. Tüm bu kurguda ne etkisi olacaktı ki Emin’in ölümünde bir etkisi olsun. Hem kendisi sıradan bir insandı, tüm insanlar gibi. Ya bu ölüm zaten yaşanacaktı ve kendisi de bir parçası olmuştu ya da Emin’in ve Erdil’in uyarılması gerekiyordu ve kendisinin de sorduğu sorularla, sıradan bir trafik levhasından başka bir işlevi yoktu. Bu yaşananlardan kendisine dair bir sorumluluk ve suçluluk payı çıkartarak toprak atmaktan kaçınmasının geri dönüşü olmayan bir süreci başlatabileceğini zira sözlerinin ve düşüncelerinin, insanların hayatını sonlandırabileceği düşüncesine kapılmış bir insanın, sağlıklı bir yaşam sürdürmesinin mümkün olmadığını düşündü. Böyle bir etki gücüne, herhangi bir insanın sahip olması, ne adil ne de mantıklıydı. Böyle bir kapılıp gitme hali, bir anlamda, Tanrısal yetilere sahip olduğuna inanmaktı. Kaldı ki kendisi insan olabilmek için sarf ettiği çabaların yetersizliğinden hicap duyan bir kişiydi. Bunları düşünen Kenan tekrar sıraya girdi. Küreği aldı ve mezara üç kez toprak attı.  Biraz olsun rahatlamıştı.

Ardından herkes evlerine döndü. Kenan’ın aklındaysa birkaç düşünceyle birlikte son bir soru kalmıştı. Öyle ya, hayat, ne kendisinin yaptığı gibi her saniye kaygı ve korkuyla yaşanacak kadar değerli, ne de bazı insanların yaptığı gibi umursamadan ve hoyratça yaşanacak kadar değersizdi.

Peki, neydi bu hayatı yaşamanın ölçüsü?
                

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder