12 Ekim 2015 Pazartesi

NEDEN YAZIYORUM?



Yazının başlığını oluşturan bu soru, tarafıma anlık bir şekilde yönlendirilseydi muhtemelen bir makineden farksız olan beynimdeki ilgili nöronlar ateşlenecek ve nöral bağlantılar aracılığıyla bu soruya uygun cevap olabilecek kelimelerin kayıtlı olduğu en yakındaki nöronlarla iletişime geçerek iç sesimde birkaç kelime duyuracak, onunla eşzamanlı sayılabilecek bir sürede de zihin perdeme birkaç imge düşürecekti. Ben de ya bu kelimeleri onaylayarak, benzer nöral işleyişlerle uygun cümleler haline getirip telaffuz etmeye başlayacak ya da bu kelimeler limbik sistemimde korku, öfke, huzur, kaygı, mutluluk, sinir vs. gibi, bağımlılıklardan kaynaklanan duygu durumları uyandıracak ve ben de bu duygu durumlarını oluşturmayan kelimeleri bulmaya çalışma adına, biraz duraksayarak, yeni bir cevap oluşturmaya çalışacaktım. 

Peki, her koşulda, dilimden dökülecek kelimeler, illaki dökülecek olanlar mı olacaktı? Ayrıca neden yazdığım sorusu, o anda değil de bir yıl, dört ay, iki hafta, bir gün ya da bir an öncesinde ya da sonrasında sorulsaydı, beynimdeki nöral işleyiş, aynı bağlantı yollarını kullanarak, aynı kelimeleri mi dilimin ucuna getirecekti? Belki bir yıl önce ailemden aldığım sevindirici bir haberden dolayı, belki sorudan birkaç saniye önce yoldan geçen genç ve güzel bir kadınla göz göze gelmenin verdiği mutluluk ya da elimde oluşan bir kağıt kesiğinin verdiği acı hissiyle beynimde bambaşka nöral bağlantılar kurulacak ve ben, o soruya, normalde vereceğimden başka bir cevap verecektim. Bildiğim kadarı ile bu durumu, dünyada, tam anlamı ile açıklığa kavuşturabilmiş kimse yok ve olmadı da. 

Yazının konusu ve başlığı olan soruyla anlık şekilde muhatap olmam halinde oluşabilecek süreçten kabaca bahsettim. Bunu yaparak, sanki bu soruya ya da evrendeki tüm diğer sorulara, uzun bir süre sonunda ya da yazılı olarak cevap verdiğimde, farklı bir işleyiş ve farklı bir durum ortaya çıkacağı havasını verdiğimin farkındayım ancak bundan yazının bu satırlarında henüz emin değilim. Az önce bahsettiğim, nöral işleyiş ve bu işleyişin olası farklı durumlarda farklı sonuçlar çıkarma ihtimali burada da geçerli; sözlü durumda olduğu gibi yazında da vereceğim cevap önceden yaşadıklarım ya da sonradan yaşayacaklarımla değişebilir ya da değişmeyebilir ya da ben onları eğip bükebilir, otosansüre maruz bırakabilir ya da bıraktığımı sanarak aslında zaten yazacağımı yazıyor olabilirim. O halde, sözlü anlatımla yazılı anlatımın bir farkı yok diyebilir miyiz? 


Bu noktada bir açıklama yapmam gerekiyor. Asıl sorunun, ‘Neden sözlü anlatım değil de yazılı anlatım?’ ya da ‘Anlatmak mı, yazmak mı?’ olmadığının elbette farkındayım. Ancak bir konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyorsa, işe en azından, o konunun bir alt basamağından başlamak, bu iki basamak arasındaki benzerlik ve farklılıkları bulmak, ardından da salt asıl konuyu irdelemek gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle yazıya, sözlü anlatıma ve yazılı anlatımın onunla olan benzer yönlerine kendimce değinerek başladım. O halde, şimdi de aralarındaki farklılıklara değinelim. 

Bir yazın oluştururken kelimelerle oynama imkanımız sözlü anlatıma göre artar çünkü süremiz ve sahip olduğumuz kaynaklar daha fazladır. Anlatımda ise süremiz kısıtlı kaynağımız ise sadece beynimizdir. Yazmak bize gerçek anlamda kendimizle baş başa kalma imkanı verir, anlatımda ise -birçoğumuz için- karşımızda diğerleri vardır. 

Bence bu fark çok önemlidir ve benim ‘Neden yazıyorum?’ sorusuna karşılık yapacağım açıklamanın başlangıcını oluşturmaktadır. Zira insanın gerçek anlamda kendisiyle baş başa kalma hali, ilahi bir haldir. Bu halde, bilinç ve bilinçdışı bir bütün olur. İnsan adeta bir kanala girer ve sanki yazdıklarını aslında kendisi yazmıyordur. Gerçekte o kanal, anda olmanın ta kendisidir. Yazdıklarında ‘önce’ ve ‘sonra’ kelimeleri geçse de, yazdıkları, tüm öncelerle ve tüm sonralarla bağlantılıdır; yani öncesiz ve sonrasızdır. Elbette evrendeki her şey gibi ağzımızdan dökülen kelimeler de öncesiz ve sonrasızdır, andadır. Ancak sözlü anlatımda bu durumu hissetmek ve yaşamak çok az insanın elde edebildiği bir haldir. Hatta öncelikle o hal hasıl olmalıdır ki sözler de o halden sebeplenebilsin. Ancak az önce söylediğim gibi, bu durum bana göre yazıda -en azından benim için- tam tersidir. Yazmak, aklın odalarındaki her kapıya açan sihirli bir anahtar gibidir. Yazdıkça yeni bir kapı çıkar karşına ve yazdıkça o kapılar açılır; yeni odalara ve yeni kapılara. Adeta evrenin her yerine istediğin anda gidebilmektir yazmak; ‘İnsan, küçük kainattır!’ sözüne inanabilmemi sağlayan şeydir adeta. Bence tam da bu yüzden, bunu yaşayan insan, halden hale girme halindedir ve bu haldeyken kendini ortaya koyar. Ancak kendini ortaya koyan, kendisi de değildir. 

Mesela şu anda, yazmanın ilahi bir hal olduğuna dair az önce yazdıklarımı okudum ve bu da bana varoluşsal bir bütünlük hissettiriyor. Belki çoğu safsata, tutarsız, anlamsız hatta okunduğunda, ‘Hangi şizofren yazmış bunları?’ diyenler dahi olabilir. 

Ne fark eder? 

Ya da yazının ilk bölümlerinde ‘beyin’, ‘nöral bağlantı’, ‘limbik sistem’ vs. gibi kelimelerle bilimsel, ya da aralara sıkıştırdığım sorularla felsefik bir yazı yazıyormuş havası vermeye çalıştığımı fakat aslında, bu iki disipline dair de doyurucu cümleler kurmadığımı söyleyenler olabilir. 

Neyi değiştirir? 

Bana göre hiçbir şey fark etmez, hiçbir şeyi de değiştirmez! 

Size neden yazı yazdığımı söyleyeyim mi?

Çünkü yazmak bana, yazmak için sonsuz sayıda neden verebiliyor!

Bir saniye! Sanırım dürüst olmam gereken noktalardan birindeyim şu an. Keşke -içinde gerçekler barındırsa da- berisindeki laf salatalarını anlamlı kılmaya yarayacak bu afilli ve felsefik cümleyi, yazmamın tek nedeni olarak sizlere gerçekten sunabilseydim.

 Maalesef öyle olmuyor; gerçeklerden kaçamıyorsun. Aslında kaçabilirsin elbet ama bu ancak bir süreliğine olur. Korumacı bir tavırla ortaya koyduğun neden, ne okuyanın ne de yazanın içine sinmez. Yazarken kendimizi deşifre etmedikten ve okuyan da bu deşifrelerle kendini çözümleyemedikten sonra yazmanın ne anlamı var. Malzemeden çalınarak yapılan bir bina dışarıdan bakıldığında ne kadar göz alıcı görünürse görünsün, o bina yıkıldıktan ve içinde yaşayanlar zarar gördükten sonra yapılan işin bir önemi var mı? Ya da çürük kısımları tam anlamıyla temizlenmeden dolgu yapan biri kendisine dişçi; tümörün tamamını almadığı bir ameliyatta, kesiği korkakça kapatan biri kendisine cerrah derken ne denli bir iç huzur duyabilir ve bu eylemlerin -gerçek anlamda-  kime, ne gibi bir faydası olabilir. Konuyu dine çekmek istemem ama bu tarz davranışları benzetebileceğim bir durum varsa o da İslam  itikadındaki, kişinin Allah'a iman etmediği taktirde hayatı boyunca yaptığı ve olumlu görünen tüm eylemlerinin yok sayılacağı düsturudur ve eğer yazarlığın bir dini olsaydı onun temel kuralı da kendini deşifre etmek olurdu kanaatindeyim. Tüm bu nedenlerden dolayı neden yazdığıma dair gerçekçi açıklamalarla yazıma devam etmeyi uygun görüyorum.

İnsanların çoğu toplum kurallarının hakimiyeti altında saygın bir şekilde yaşayabiliyor ve bu insanların bireyleşme çabaları olmadığı için toplumla uzlaşma konusunda çok fazla sıkıntı çekmiyorlar. Bir kısım insan içinse - yani benim gibiler için- maalesef ya da ne mutlu ki bu uzlaşı mümkün değil. Bu uzlaşıyı sağlayamama ve toplumla özdeşleşememe nedenim ise bireyleşme çabamdan başka bir şey değil. Toplumdan kopmuş olmamın -mantık dahilindeki tüm çıkarımlarıma rağmen- bende yarattığı korku ve suçluluk duygusu, ben ve benim gibilerde, yazmak için karşı konulması zor, itici bir güç oluşturuyor. Zira toplumla, yani sürüyle beraber olmak benim ve benim gibiler için ölümle eşanlamlı olduğundan dolayı, sıradanlıktan, yani ölümden kaçabilmemin yolunu ancak bireyleşmekte ve bireyleşme sürecinde ortaya koyduklarım sayesinde olabileceğini düşünüyorum. Yani, yazma nedenlerimden biri, içimdeki ölümü aşma ve sonsuzluğa erebilme isteğidir diyebilirim. Bununla beraber, nasıl ki psikolojik rahatsızlığı olan insanlar varsa toplumların da psikolojik rahatsızlıkları vardır ve bu toplumsal rahatsızlıklar benim rahatsızlıklarımla tepkimeye girdiğinde, bende sürekli bir iç çatışma hali yaratıyor ve ben, bu nedenle kendimi kuşatılmış hissediyorum. Bu kuşatmayı kırabilmemin, bu iç çatışmaların geriliminden kurtulabilmemin yolu da benim ve benim gibiler için yazmaktan geçiyor. Yani yazmak benim için katarsis işlevi görüyor. Zira yaşadığım düşünce dünyası -her ne kadar sevsem de- bana çileli ve ızdırap dolu süreçler yaşatıyor ve ben de bu sıkıntılı düşünceleri ancak yazarak hafifletebiliyorum; bir bakıma arınma eyleminde bulunuyorum. Belki de bu yüzden, bir şeyler yazdıktan sonra hatta yazdıklarımı tekrar okuduğumda, kendimi, adeta yoğun ve verimli bir ibadet eyleminde bulunmuşçasına rahatlamış halde buluyorum.

Yazmamın nedenlerinden bir diğerine gelecek olursak. Bu neden takıntıdır. Evet, ben çocukluğumdan beri obsesif kompulsif kişilik bozukluğundan muzdarip bir insanım. Bu rahatsızlığımın görünür ve gizli kısımlarını ya da oluşmasına neden olan unsurlarını yazmam, bu yazı için bir anlam ifade etmiyor. Bununla birlikte, az önceki paragrafta geçen çileli süreçlerin büyük bir bölümü de bu rahatsızlığımdan kaynaklanmakta. Bu rahatsızlığımla birlikte kronik bir major depresyon ve yaygın kaygı bozukluğu hastasıyım. Kısacası nevrotik biriyim ve geçmişte kullandığım ilaçlar ve aldığım terapiler bunların yok olmasını hiçbir şekilde sağlamadı. Sadece, bana bunlarla birlikte yaşayabilmem için destek unsurları oldular. Ve her ne kadar yazdıklarımın ciddiyetini sarsabileceğini bilsem de söz konusu psikolojik sürecim, beni, şizofreni ilaçlarının reçete edildiği noktalara kadar getirdi. Ancak ben, şizofreniyi bir hastalık değil de iyi idame ettirilememiş bir yetinin olumsuz sonucu olarak değerlendirdim ve o ilaçları kullanmayı reddettim. Zira saydığım tüm bu rahatsızlıklara rağmen, ilaçların güdümündeki çilesiz, toplum kurallarına uyumlu hatta başarılı fakat duygusuz, ruhsuz, yavan, kısır ve zamanın nasıl gelip geçtiğini anlamadığım bir yaşamı kabullenmeyi zul sayarak çile, ızdırap, çatışma ve mutsuzluk dolu bir hayatı tercih etmek, benim için çok daha şerefli, cesur, gerçek, yaratıcı, üretken ve anlamlıydı. Ve ben tüm bu rahatsızlıklarımdan dolayı asla isyan etmedim; aksine onları bir nimet olarak gördüm ve benden uzaklaştıklarını hissettiğim dönemlerde sevinmem gerekirken korktum ve hatta çoğu insana aptalca gelebilir ama bazı zamanlarda, onları tüm yoğunluğuyla yaşayabilme adına, bilinçli eylemlerde dahi bulundum. Zira ben, şu an, belki benim dışımdaki herkes için anlamsız ve değersiz olan bu satırları yazabiliyorsam bunları tüm bu rahatsızlıklarıma ve geçmişte onların oluşmasına neden olmuş olay, kişi ve genlerime kısacası varoluşa borçluyum. Konu dışına çıktığımın farkındayım. Toparlamak gerekirse, benim yazmamın diğer bir gerçek nedeni de sahip olduğum nevrotik kişiliktir. 

Sonuç olarak, bu yazıdaki '
Çünkü yazmak bana, yazmak için sonsuz sayıda neden verebiliyor!' nedeni, benim için -hayatımın sonuna dek geçerli olacağını düşündüğüm- görülebilir, nesnel bir nedendir. Bununla birlikte, sonrasında yazdıklarım ise kendimi deşifre ettiğim ve böylece yazıya, yazma eyleminin ruhunu kattığımı düşündüğüm nedenlerimdendir. Dileğim, yazma serüvenimin ilerleyen dönemlerinde düşüncelerimi beden-ruh, soyut-somut, ben-diğerleri vs. gibi hiçbir ayırma, bölme ve sınıflandırmaya tabi tutmadığım yazıları ortaya koyabilecek şekilde geliştirebilmektir. Yani birey olabildikten sonra bir olabilmeyi de başarabilmektir. Yazma nedenlerimin en önemlisi de budur. Umarım, herkes bir gün, bu emele sahip ve gereğini yerine getirmekte başarılı olur.        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder