16 Nisan 2016 Cumartesi

ORNİTORENGİN VAROLUŞUNA DAİR MİTOLOJİK BİR ABORJİN HİKAYESİ






‘Başta var olan sadece Düş Zamanı yani Tijukapa’ydı. O sonsuzdur. Ancak görünmezdi ve sessizdi. Anlardan bir anda kendini bilmek istedi. Ve sonsuz Düş Zamanı kendini görebilmek için içinden toprağı çıkardı. Önüne serdi. Sonra kendisini toprağa üfledi. Görünür kıldı. Toprak düzdü. Tijukapa toprağı dölledi. Çamurdan çıkan Büyük Gökkuşağı Yılanı ve beraberindeki ruhlar yeri şekillendirdi. Sonra bitkileri ve hayvanları oluşturdular.  Ve biz Aborjinlerin ilk ataları olan Ganjendingo ve Diljivaraju’yu yarattılar. Ve Tijukapa’nın kendini tanıması için gerekli olan yaşamı devam ettirme görevini bizlere devrettiler.’  dedi Gulvingu Kabilesi’nin en yaşlı üyesi Bilge Minkubaraje.

Kabiledeki tüm çocuklar ateşin etrafında toplanmış dikkatle onu dinliyordu. Çünkü tıpkı Minkubaraje gibi onlar da Düş Zamanı’nın dünü, bugünü ve yarınıydılar. Bunları öğrenmeleri ve ileride kendi çocuklarına aktarmaları gerekiyordu. Çünkü onların varoluş nedenleri dünyayı ve yaşamı korumaktı.

Ardından Minkubaraje kutsal şarkılar ve danslardan oluşan ayini başlatmak üzere asasını 3 kez toprağa vurdu. Hep birlikte ayağa kalktılar. Minkubaraje, başını yüzlerce yıldızın parıldadığı gökyüzüne kaldırıp kutlu şarkısına başladığında, kabilenin gençleri dans etmek için kutsal thuma ateşinin etrafındaki yerlerini çoktan  almışlardı.

Bu ayinlerde manevi bir geçiş yaşanıyordu. Transa giren gençler, dansını yaptıkları geçmiş varlıklarla iletişime geçiyor ve onlara dair hikayeleri öğreniyorlardı. Bir yandan da kabilenin çocuklarına, o varlıklara ait adımları ve hareketleri taklit ettikleri bu dansları öğretiyorlardı. Böylece o varlıkların özelliklerini kendi üzerlerinde taşıdıklarını, kendilerinin bir parçaları haline geldiklerini  ve bu varlıkların ne olduklarını içlerinde hissedebiliyorlardı.

Ayin tüm coşkusuyla devam ediyordu. Thuma ateşinden çıkan kıvılcımlar, dansın etkisiyle oluşan toz bulutunun içinde, karanlık gökyüzünde parıldayan yıldızları andırıyordu. Alacakaranlıkta esmer tenlerinden dolayı neredeyse görünmez bir hal alsalar da turuncu ve beyaz boyalarla yüzlerine ve vücutlarına çizdikleri motifler ve semboller, thuma ateşinden yayılan ışıkla parlayarak onlara birer doğaüstü varlık görüntüsü veriyordu.

Derken yaşlı Minkubaraje gökyüzünde bulutların toplandığını fark etti. Bu durumu oldukça garipsedi çünkü muson yağmurlarının başlamasına daha 7 hafta vardı. Tam bu esnada, yeryüzünün her tarafından duyulmasını istercesine yüksek sesle söyledikleri şarkıyı gökyüzündeki bulutlar gibi örten bir çığlık duyuldu ve aynı anda esmer tenlerini gün ışığı gibi görünür kılan bir şimşek her yeri aydınlattı. Herkes olup biteni anlamak için birbirine endişe dolu gözlerle bakarken çıplak ayaklarının altındaki toprağı sarsan büyük bir gök gürültüsü duyuldu. Bardaktan boşanırcasına başlayan yağmur, küllerinden dumanların yükselmesine bile izin vermeden, az önce neredeyse gökyüzüne değen thuma ateşini adeta yerin dibine gömdü. Yağmur tanrısı Bunbulama çıldırmış gibiydi. Herkes sağa sola koşuşturmaya başladı. İri yağmur damlaları, üzerlerindeki turuncu ve beyaz boyaları yanlarına alarak toprağa düşerken aynı çığlık bir kez daha duyuldu. Minkubaraje yaşanan paniğin daha da büyümemesi için tüm gücüyle bağırarak herkesin çadırlarına gitmesini istedi. Ardından çığlıkların yükseldiği çadıra yöneldi.

İçeride, kafa kafaya vermiş bir grup kadınla karşılaştı. Onları çekip aralarına girdiğinde, karşısında ufak torunu Nikitaje’nin doğum yaptığını gördü. Çok şaşırdı. Torununun hamileliği henüz  5 aylıktı, bu iyi bir alamet değildi. Kadim ruhların onu dünyaya bu kadar erken yollamalarının bir nedeni olmalıydı ve bu muhtemelen iyi bir şey değildi. Çünkü yaşadıkları dünyada her şeyin bir ölçüsü, düzeni ve zamanı vardı. Bunun dışına çıkmak ne kadar kötüyse, çıkıldığı anlarla karşılaşmak da muhtemelen bir şeylerin ters gittiğinin habercisi olmalıydı. O esnada, karısı ve kabilenin kutsal annesi olan Mamadunga , kızgın bir şekilde yaşlı adamı kolundan tutup çadırdan dışarı çıkardı.

Minkubaraje koşarak oğlu ve damadının yanına gitti. Onlara durumu anlattıktan sonra yaşlılar heyetini  toplamak için uzun üflemeli çalgısı Didgeridoo’yu üç kez uzun uzun çaldı. Koşarak geldiler ve durumu anlamak için konuşmaya başladılar.  Kimi, yaşananların, oyulmuş taş ve şekillendirilmiş ağaç parçalarından oluşan kutsal Tringalara artık eskisi gibi saygı gösterilmemesinden kimi de kabiledeki gençlerin, gizli ve kutsal konuları kalabalık içinde çekinmeden konuşmalarından dolayı olduğunu söylüyordu. Herkes başka bir şey söylese de hepsi bu durumun bir felaket habercisi olduğu konusunda hemfikirdi.

Saatler ilerlemiş ancak genç kızın çığlıkları hala kesilmemişti. Buna daha fazla dayanamayan Minkubaraje çadırdan çıkıp yönünü batıya çevirdi ve diz çöküp yere kapanarak ellerini çamura sapladı. Bir yandan da gözyaşları içinde hıçkırarak toprağa ve atalarının ruhlarına kendilerini affetmeleri için yalvararak dualar etti. Bilge adamı bu halde gören kabile üyelerinin korkuları bir kat daha arttı ve hepsi yaşlı adamın arkasına geçerek onunla birlikte yakarmaya başladılar.

Bir süre sonra genç kızın çığlıkları kesildi. Yağmur durdu ve bulutlar dağıldı. Yere kapanmış başlarını kaldırıp doğrulduklarında, arkalarından doğan güneşin etkisiyle oluşan gölgeleriyle karşılaştılar. Bu kısmen iyiye işaretti.  Çünkü gölgeler, atalarının ruhlarının kendilerini terk etmediklerinin  ve yanlarında olduklarının bir sembolüydü. Bu manzarayla kısmen rahatlamışlardı ancak hala saatlerdir beklenen o ağlama sesini duyamamışlardı.

Yaşlı adam, oğlu ve damadı Nikitaje’nin hayatından endişe duyarak telaşla onun bulunduğu çadıra yöneldiler. Ancak çadıra girdiklerinde herkesin suratında garip bir ifade vardı. Genç kızın kucağındaki kocaman yumurtayı gördüklerinde aynı ifade onların yüzünde de belirdi. Daha önce böyle bir şey ne görülmüş ne de duyulmuştu.

Derken yumurta hareket etmeye başlayınca odadaki herkes irkilerek birer adım uzaklaştılar. Sonra bu büyük yumurtadan ufak çatırtılar gelmeye başladı. Nikitaje her ne kadar korksa da onu kendisi doğurmuştu ve annelik içgüdüsüyle yumurtayı kucağından bırakamıyordu. Ardından yumurtanın kabuğu kırıldı ve içinden ucube görünüşlü bir bebek çıktı. Öyle garipti ki odadaki herkesin dili tutulmuştu. Dudakları ve burnu o kadar uzundu ki adeta bir gagayı andırıyordu. Derisi kürklü denecek kadar kıllıydı. Henüz bu şok atlatılamamışken, bebeğin ellerini ve ayaklarını uzatıp gerinmesiyle birlikte önce uzun tırnaklarını ardından da el ve ayak parmaklarının arasının perdeli olduğunu fark ettiler. Ayak bileklerinde ise ne olduğuna anlam veremedikleri birer mahmuz vardı. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bebeğin arka tarafında kuyruk benzeri bir çıkıntı göze çarpıyordu..

Bu durum büyük bir korkuya neden olsa da ilk şokun ardından daha yakından incelemek için bebeğin başına üşüştüler. Ancak Mamadunga onları çekiştirip dışarı çıkmalarını söyledi. Ardından beklenmeyen zamanda, beklenmeyen şekilde ve beklenmedik bir görünüşle karşılarına çıkan kabilenin bu yeni üyesini büyük bir şaşkınlıkla izlemeye koyuldular.

Ancak kabilenin minik üyesi ne kadar garipse bebeğin babası Karvanugih de diğer yeni babalara kıyasla farklı bir haldeydi.  Bir çocuğu olduğuna sevinememiş, aksine bir köşeye çekilip yere çökmüş dalgın bakışlarla toprağı izliyor bir yandan da tırnaklarını kemiriyordu. Durumu fark eden Nikitaje ona seslenerek neden böyle davrandığını sordu. Karvanugih kızarak bu bebeğin babasının değil kendisi, hiçbir insanın olamayacağını ancak Büyücü Kadaji’nin yani şeytanın böyle bir bebeğin babası olabileceğini söyledi. Bu sözleri duyan Nikitaje çok üzüldü ve hıçkırıklara boğuldu.

Minkubaraje, Karvanugih’i çadırdan çıkardı. Ona sakin olması ve bu şekilde davranmaması gerektiğini söyledi. Kendisinin de bu durumu anlayamadığını, muhtemelen birinin kendilerine kötü bir şarkı söylemiş ya da büyü yapmış olabileceğini ama zamanla her şeyin açıklığa kavuşacağına inandığını söyledi. Ancak şimdi bu durumu kabullenmesi dışında bir seçeneği olmadığını da ekledi. Genç adamsa, kendisi kabul etse bile kabilenin onu kabullenmeyeceğinden yakındı. Yaşlı adam ‘Sen onları düşünme, Tijukapa’ya güven, üstelik atalarımızın ruhları da hala bizlerle beraber. Hem sen de biliyorsun, dünyadaki her şeyin fiziki ve ruhani olarak iki yüzü vardır ve ruhani dünya fiziksel dünya ile iç içedir. Yaşam döngümüz, doğumla ölüm arasındaki süreçten ibaret değil; aksine, her canlının reenkarnasyon geçirdiği sonsuz ve sürekli tekrarlanan bir olgudur. Ve unutma ki ölen ruhlar Düş Zamanı’nda Muçinga adlı kadının mağarasına girerler ve yeniden doğma zamanları gelene dek orada beklerler. Şimdi biraz sabredelim, kırk gün sonra bebeği alıp eski dostum Ulu Adam’a gidelim. Olanları bir bir anlatalım. O, bir bebeğe bakıp ataların ruhlarıyla konuşarak onun kim olduğunu söyleyebilir. Eğer bunu yapamazsa bizim için uyumasını isteyelim. Rüyasında Muçinga ona bu bebeğin kim olduğunu söyleyecektir. Sonra duruma tekrar bakarız ve bebeğe uygun bir isim veririz. Ne dersin?’ Minkubaraje’nin bu sözleri Karvanugih’i biraz olsun rahatlatmıştı. ‘Tamam.’ dedi ve Minkubaraje’ye şükranlarını sundu.

Kırk gün gelip geçmişti. Bu sürede de gariplikler devam etmişti. Minik Aborjin, sütü annesinin sadece meme ucundan değil, memesinin her yerinden emebiliyordu. Ayrıca normal bir bebeğin süt dişlerinin bile olması için henüz çok erkenken onun ağzında, yetişkinlerde görülen üç uçlu azı dişleri vardı.

Tüm bunlardan sonra Ulu Adam’a gitmek artık şart olmuştu. Minkubaraje ve Karvanugih kırkıncı gün Nikitaje’nin çadırının yolunu tuttular ve ona ne yapmak istediklerini anlattılar. Nikitaje başta garipsediği bu garip bebeğe zamanla alışmış hatta onunla arasında diğer anne ve bebekler arasındaki bağdan daha farklı bir bağ oluşmuştu. Bu nedenle onu vermek istemeyen Nikitaje, ‘Geçmişte kim olduğu kimin umurunda, onu karnımda taşıdım ve ben doğurdum. O benim bebeğim ve onu seviyorum, işte hepsi o kadar.’ diye çıkıştı önce. Ancak daha sonra eşinin ve büyükbabasının ısrarlarına büyükannesi Mamadunga da destek verince isteklerini kabul etti.

Bebeği alıp yola çıktılar. Karvanugih, Minkubaraje’ye, Ulu Adam’a gitmek için hangi şarkı yolunu kullanmaları gerektiğini sordu. Yaşlı adam, Ulu Adam’a ancak sabah yıldızı şarkı yolundan gidebileceklerini söyledi.

Şarkı yolları Düş Zamanı’nın patikalarıydı. Atalarından miras kalan gizli patikalar… Aborjinler, avlanmaya ya da besin toplamaya giderken ya da göç ettiklerinde, kısacası, hayatta kalmalarını sağlayan tüm gereksinimlerini karşılamada, kendilerini bildikleri ilk zamanlardan beri bu yolları kullanıyorlardı. Üzerinde yaşadıkları yeryüzünü, bu şarkı yollarıyla bir anlamda haritalandırmış adeta ilmek ilmek dokumuşlardı. Şarkılara dökülerek yürünen bu yollar, su kanallarına, çiçeklere, dağlara isim ve hayat veren atalarının ruhlarına açılan birer kapıydı. Onların gittikleri bu yollardan gitmek, söyledikleri şarkıları dillendirmek, geçmiş zamanı şimdiki zamanda yaşama imkanı veriyordu. Ve söylenen her şarkıda evrenin baştan yaratıldığına inanıyorlardı. O yüzden geçmiş ya da gelecekleri yoktu, sadece tek bir görevleri vardı. O da dünyayı korumak yani varoluşun devamını sağlamaktı.

6 gün boyunca kısa molaların ve uyumak için durakladıkları birkaç zamanın dışında neredeyse hiç durmadan ilerlediler. Ve 7. gün Ulu Adam’ın çadırına vardılar.

Ulu adam yaşlı ve kör bir adamdı ancak buna rağmen kendini bildi bileli yalnız yaşamıştı ve sanki herkesten daha iyi ve daha fazla görüyordu. Ve aslında hiç de yalnız değildi. O güneşi, ayı ve yıldızları, toprağı ve suları, hayvanları ve bitkileri kısacası etrafında canlı-cansız ne varsa, varoluşun her zerresini bir insan gibi gören ve hepsinin bir ve bütün olduğuna inanan bir insandı. Elbette bu anlayış, tüm Aborjinlere hakimdi ancak bu inancın hakkını tam anlamıyla vererek yaşayabilen çok az sayıda insan vardı ve Ulu Adam onlardan biriydi. Ayrıca ataların ruhları da kendisini çok sever ve bir an olsun yalnız bırakmazlardı.

Merhaba Ulu Adam, huzur ve barış seninle olsun diyerek çadırdan içeri girdiklerinde yaşlı adamın önünde, dumanı üstünde üç adet çay kasesi vardı. Ulu adam onlara, ‘Hoş geldin eski dostum Minkubaraje, siz de hoş geldiniz Karvanugih ve onun gizemli bebeği.’ dedi. Karvaniguh bu duruma şaşırmıştı çünkü onun kör biri olduğunu biliyordu, yine de bu durumu belli etmedi ve Hoş bulduk Ulu Adam, sanırım yanlış bir zamanda geldik zira çaylardan anladığıma göre başka misafirleriniz var.

Ulu adam gülerek, ‘Hayır genç adam, şu an tek misafirim sizsiniz ve çayların da sizler için olduğuna emin olabilirsin. Buyurun oturun.’ dedi.
Kısa bir sohbet ve eski günleri yad ettikten sonra asıl konuya gelindi. Karvanugih çaresiz hissettikleri durumu Ulu Adam’a anlattı. Ulu adam geliş nedenlerini az çok bilse de onu sabırla dinledi. Ardından bebeği ellerine aldı. Onu önce alnından öptü ve gülümsedi. Bebekte halinden memnundu ve o da gülücükler saçmaya başladı. Ardından Ulu Adam bebeği havaya kaldırarak ufak bir şarkı mırıldanmaya başladı, şarkıda ataların ruhlarının isimlerini sık sık tekrarlıyor bir yandan da başı öne eğik bir şekilde oturduğu yerde ileri geri sallanıyordu. Bir süre sonra susarak aniden başını kaldırdı. Körlüğünden dolayı beyaz görünen gözleri önce kahverengi sonra yeşil, ardından mavi ve en sonunda kırmızı renge büründü. Hafif bir titreme eşliğinde anlaşılmayan bir dilde bir şeyler mırıldandı. Ardından başı tekrar yere eğildi ve başını kaldırdığında Ulu Adam gözleri eski haline dönmüştü. Bebeği tekrar öptü ve babasına uzattı. Minkubaraje ve Karvanugih merakla Ulu Adam’ın ağzından dökülecek sözleri bekliyorlardı.

Ulu Adam, ‘Ataların ruhlarıyla konuştum ancak bebeğin kim olduğunu bilmediklerini söylediler.’  Bunu duyan Karvanugih hayal kırıklığına uğradı. Ardından ‘Ey Ulu Adam, bizi böyle çaresiz bırakma. Biz bu halde nasıl yaşarız. Mutlaka bir cevabı olmalı. Bizim için uyuyup Düş Zamanı’ndaki Muçinga ile konuşamaz mısın?

‘Evlat, elbette size yardımcı olmak isterim ancak Muçinga rahatsız edilmekten hoşlanmaz ve eğer kızarsa Büyücü Kadaji’yi kışkırtıp tüm kabileye hastalık, açlık ve akıl almaz felaketleri musallat edebilir ve eğer gerçekten kızarsa tüm ruhları mağarasında hapsedip soylarımızın kurumasına neden olabilir. Bunun üzerine Minkubaraje söz aldı ve ‘Ey kadim dostum Ulu Adam, sen ki nice iyileşmez denilen hastalığa şifa, dinmez denilen  dertlere deva olmuş yüce bir insansın. İyi ya da kötü tüm ruhlar ve varlıklar sana saygı duyar. Lütfen, bu isteğimizi geri çevirme. Bize yardım et. Çocuklarımın ve torunlarımın mutluluğu, kabilemizin dirliği için buna ihtiyacımız var. N’olur bu isteğimizi geri çevirme ve bizim için uyu.’

Ulu Adam, ‘Benim iyi yürekli ve kadim dostum Minkubaraje, sizleri anlıyorum ancak Muçinga çok yaşlandı ve tüm ruhları mağarasında tutsa da ancak kendisine kurban edilen ruhlar sayesinde bu yaşlılığın önüne geçebiliyor. Ve artık kimse ona eskisi kadar çok kurban vermiyor. Onunla konuşmam karşılığında mutlaka benden bir kurbanın ruhunu isteyecek aksi halde soru sormama bile izin vermeyecektir. Ve biz de bir ruh veremeyeceğimiz için çok kızacağından az önce saydığım felaketleri üzerimize yağdırabilir.

Ulu Adamın bu sözleriyle gelen birkaç saniyelik sessizliğin ardından Minkubaraje. ‘Tamam’ dedi, ‘Öyleyse ben, kendimi kurban etmeyi, ruhumu ona vermeyi kabul ediyorum.’ ‘Hayır baba.’ diyerek atıldı Karvanugih, ‘Bunu yapmana asla izin veremem. Biz ve kabilemiz sensiz ne yaparız. Mutlaka başka bir yolu olmalı.’ ‘N yazık ki başka bir yol yok.’ diye karşılık verdi Ulu Adam. Ardından Minkubaraje ‘Olması gereken bu evlat, sizlerin mutluluğu kabilemizin dirliği için yapmam gereken bu. Ben zaten tüm hayatımı bunun için yaşamadım mı? Şimdi de aynı şeyi yapıyor olacağım. Zaten artık fazlasıyla yaşlandım. Kaldı ki son günlerde sık sık yolun sonuna geldiğimin habercisi olan rüyalar görüyordum. Demek ki yolculuğum bu şekilde sonlanacakmış. Hem sen de çok iyi biliyorsun ki bu aslında gerçek bir son değil; aksine benim için yeni bir başlangıç. Bu konu kapanmıştır, şimdi yapılması gerekeni yapma zamanı evlat.’ dedi ve gülümsedi.

Ardından Ulu Adam gereken hazırlıkları yaptı, çeşitli bitki kökleri ve sarmaşıklardan oluşan karışımı kaynattı. Hazırladığı içecekten, her yudumda Muçinga’ya saygılarını sunduğunu belirterek 3 yudum aldı ve kızıl renkli toprağa sırtüstü uzanıp derin bir uykuya daldı.

Yaklaşık bir saatin ardından Ulu Adam yattığı yerden doğruldu. Karvanugih ve Minkubaraje umut ve endişenin aynı anda yer aldığı gözlerle ondan gelecek cevabı bekliyordu.

Ulu adam derin bir iç çekerek ‘Üzgünüm Minkubaraje elimden geleni yaptım, Muçinga fazlasıyla hiddetliydi, onu ancak bir kurban vereceğimizi söyleyerek sakinleştirebildim ve konuştum.  Fakat ne yazık ki olup biteni anlattığımda o da bu duruma bir anlam veremedi ve bebeğin ruhunun kim olduğundan haberdar olmadığını söyledi. Ayrıca bu durumun Büyücü Kadaji ile bir ilgisi olmadığını da açıkça belirtti. Kendisi bilemediğine göre bunu başka hiç kimsenin bilemeyeceğini ancak yine de bunu öğrenmenin bir yolu olduğunu söyledi. Bebeğin, 17 yaşına geldiği zaman yalnız başına bir yolculuğa çıkması gerektiğini, bunun, büyük zorluklarla karşılaşacağı çok tehlikeli bir yolculuk olduğunu söyledi. Dediğine göre bu süreçte başına büyük felaketler gelebilir hatta ölebilirmiş. Ancak yolun sonuna ulaşmayı başarabilirse kendisinin kim olduğunu öğrenmesinin mümkün olabileceğini söyledi.

Minkubaraje’nin canına mal olacak olmasına rağmen aradıkları cevabı tam olarak elde edememek Karvanugih’i fazlasıyla üzdü ve sinirlendirdi. Yine de bir gün bir şekilde bu cevabı elde edebilecek olduklarını ve Büyücü Kadaji’nin bu işte bir parmağı olmadığını öğrenmek biraz olsun rahatlamasını sağlamıştı. Minkubaraje ise ona oranla halinden daha memnundu. Gülerek Karvanugihe sarıldı ve ardından omzuna tamamdır dercesine iki kez vurup ‘Görüyorsun evlat, Kadaji bu işin içinde değil. Artık rahat olmalı, karına ve çocuğuna sahip çıkmalı ve günü geldiğinde çıkacağı yolculukta başarılı olabilmesi için çocuğunu sabırla ve en iyi şekilde yetiştirmelisin. Bu sözlerden sonra Karvanugih de rahatlayıp yaşlı adama gülümsedi. Ancak tam o esnada Minkubaraje sara nöbetine tutulmuş bir hasta gibi yere yığılıp titremeye başladı. Karvanugih yardım etmeye çalıştı ancak Ulu adam ‘Ne yapsan faydasız evlat, bırak da ruhu bir an önce huzura kavuşsun.’ dedi ve Gulvingu kabilesinin yaşlı ve bilge adamı Minkubaraje çok geçmeden ruhunu Muçinga’ya teslim etti.

Karvanugih, çocuğuna, torunu uğruna ölen büyük dedesinin adını verdi ve kabilesinin yanına geri döndü. Olup biteni tüm kabileye anlattı. Ancak hemen herkes yaşlı Minkubaraje’nin ölümüne çok üzüldü ve bu ölümden bebeği sorumlu tuttu. Bu şekilde görünen birinin ancak lanetli olabileceğini ve onun kabileye kötü şans getireceğine inandıklarını belirttiler. Yaşlı Minkubaraje’ye duydukları saygıdan ötürü çocuğa dokunmayacaklarını ancak kendilerinden uzak durmasının faydalı olacağını söylediler. Bu çok garipti çünkü ayinlerde transa giren gençler, yaptıkları danslarla geçmiş varlıklara ait adımları ve hareketleri taklit ediyor, böylece o varlıkların özelliklerini kendi üzerlerinde taşıdıklarını, kendilerinin bir parçaları haline geldiklerini hissediyor ve bundan büyük bir memnuniyet ve gurur duyuyorlardı. Oysa şimdi, memnuniyet ve gurur duydukları bu özelliklere içlerinden biri gerçekten sahipken, o kişiyi lanetlenmiş biri olarak kabul ediyor ve yakınlarında bile görmek istemiyorlardı.

Aradan 12 yıl geçti ancak kabile torun Minkubaraje’yi asla kabullenemedi hatta ona, küçük ördek anlamına gelen Kumaile ismini takmışlardı. Kabile ava ve yiyecek toplamaya çıktığında Minku’yu asla yanlarında istemiyorlardı. Ayinlere ve Thuma danslarına katılmasına izin vermiyorlardı. Çocuklar onu oyunlarına almıyor, gördükleri yerde ellerini yüzlerine götürerek gaga şekli veriyor ya da parmaklarını birbirine yapıştırarak küçük Minku’nun perdeli el ve ayaklarıyla dalga geçiyorlardı. Bu duruma Minku’nun annesi ve babası dışında karşı çıkan tek kişi vardı. O da Minku’dan iki yaş büyük olan güzeller güzeli, temiz kalpli Amarina’ydı. Minku vaktinin çoğunu Şahin şarkı yolunun sonundaki Attunga tepesinde geçiriyordu. Orada saatlerce kim ve ne olduğunu düşünüyor, bazen durumuna isyan ediyordu. Tüm bu bilinmezliğin çıkacağı yolculukla son bulacağını düşünüp o günün gelmesini iple çekiyordu. Amarina da ailesinden fırsat buldukça onunla birlikte Attunga tepesine gidiyor ve birlikte uçsuz bucaksız Avustralya düzlüklerini ve günbatımını izliyorlardı. Minku, Amarina’yı çok seviyordu, ailesi dışında ona normal davranan tek kişi oydu. Ancak ona karşı beslediği hisleri onunla paylaşamıyor, böyle bir itirafın sonunda onu kaybedeceğinden çok korkuyordu.

Ve sonunda o gün geldi. Torun Minkubaraje 17 yaşındaydı. O gece yola çıkmak için tüm hazırlıkları yapmış, sabahı zor etmişti. Ancak bir yandan da çok korkuyordu. Babası ona tüm şarkı yollarını, avlanma ve beslenmeye dair bildiklerini anlatmış olsa da bunları yalnız başına hiç yapmamıştı. Ayrıca bu yolun ölümüne neden olacak kadar tehlikeli olduğunu da biliyordu. Ama bunu yapmak zorundaydı. Kim olduğunu bilmeden ve kendini kanıtlamadan yaşamanın bir anlamı yoktu. Önce gözyaşları içindeki annesiyle vedalaştı. Nikitaje oğluna son bir umutla ‘ Gitmek zorunda değilsin. Biz senin kim olduğunu biliyoruz. Sen bizim oğlumuzsun ve seni çok seviyoruz. Hiç kimseye hiçbir şeyi kanıtlamak zorunda da değilsin. Lütfen gitme Minku!’ dedi. Minku annesinin gözyaşlarını silerek, benim güzel ve iyi yürekli annem, seni asla üzmek istemem. Ancak gitmek zorundayım. Kimse için değil kendim için gitmek zorundayım.’ dedi. Sonra babasıyla vedalaştı. Babası ona ‘Sakın unutma Minku. Düş zamanı gerçektir ve ciddiye alınmalıdır. En umutsuz durumlardan bile düş zamanının yol göstericiliği sayesinde kurtulabilirsin. Onun için her şey mümkündür. Ona güven ve asla görmezden gelme.’ dedi. Minku, öğütleri için babasına teşekkür etti ve oradan ayrıldı.

Bir süre kaawa yani doğu yönüne doğru yürüdükten sonra çok uzaklardan Amarina’nın sesini işitti. Dönüp baktığında Amarina’nın Attanga tepesinden ona el salladığını gördü. Amarina ona, ‘ İyi yolculuklar Minku. Başaracağına inanıyorum. Senin için her gün doğumunda ve gün batımında burada bekliyor olacağım. Kendine dikkat et.’ dedi ve uğurladı.

Minku öğlene dek yürüdü. Güneş tam tepedeydi ve karnı da fazlasıyla acıkmıştı. Bir ağacın gölgesinde oturup annesinin yola çıkarken verdiği azığı bohçasından çıkardı. En sevdiği yemek olan güneşte kurutulmuş kanguru etini görünce çok sevindi ve yemeğe koyuldu. Her şeyin yolunda gittiğini düşünerek keyiflendi. 'Sanırım bu yolculuk umduğumdan daha kolay geçecek.' diye düşündü. Ancak tam o esnada bir hırıltı duydu. Elindeki eti sakince bırakıp arkasına döndüğünde dört dingonun salyalarını akıtarak kendisine yaklaştığını gördü. Bunlar Avustralya’nın en tehlikeli yırtıcılarından biri olan vahşi köpeklerdi. Kaçmaktan başka çaresi yoktu, son gücüyle koşmaya başladı. Dingoların ikisi bıraktığı ete yumulurken diğer ikisi Minku’nun peşine düşmüştü. Tüm gücüyle koşmaya çalışsa da perdeli ayakları yeterince hızlanmasına izin vermiyordu. Sonra karşısına çıkan Paripi nehrine yöneldi. Dingoların nefeslerini neredeyse ensesinde hissediyordu.  Nehre birkaç metre kalmışken köpeklerden biri sivri dişlerini Minku’nun bacağına geçirdi. Artık karşı koymaktan başka çaresi kalmamıştı. Hızla dönerek tüm gücüyle pençesini dingonun yüzüne indirdi ve bacağını dingonun sivri dişlerinden kurtardı. Fakat onun 2-3 metre arkasından gelen bir dingo daha vardı ve diğeri toparlanırken o da hızla üzerine geliyordu, ikisiyle aynı anda baş edemezdi. Kurtulmak için mutlaka nehre ulaşmalıydı. Son bir hamleyle Paripi nehrine ulaştı. Nehre atlayıp kendini akıntıya bıraktı ve rahat bir nefes alıp bir süre daha akıntıyla birlikte ilerledi.

Ancak sakince akan nehir birden hızlanmaya başladı. Tam dingolardan kurtulduğuna sevinirken şimdi de nehir yatağındaki dev kayalara ve hemen ardından dökülen şelaleye doğru sürüklendiğini fark etti. Akıntının tersine yüzmek zorundaydı. Neyse ki perdeli ayakları vardı ve tüm gücüyle yüzmeye başladı. Suyun kendine doğru hızla akmasına rağmen, kaygan kürkü sürtünme kuvvetini azaltıyor, yassı kuyruğu da hızlanmasını kolaylaştırıyordu. Sonunda güç bela kendini kıyıya atmayı başardı. Bitkin düşmüştü. Bir süre nehrin kıyısında dinlendi ve uyuyakaldı.

Minku çocukluğundan beri çevresinden sık sık duyduğu ve babasının da ona anlattığı Düş Zamanı’nı biliyordu ancak onunla ilgili önemli bir deneyimi olmamıştı. Her seferinde kendini bir nehrin kıyısında görüyordu ve yanında kendisiyle konuşmak için çırpınan ama asla seslerini duymayı başaramadığı bir ördek, bir kunduz, bir sus samuru, bir köpekbalığı, bir vatoz ve bir emo kuşu görüyordu. Sürekli bu rüyayı görmesinin nedeninin, doğum sürecindeki ve vücudundaki farklılıklardan dolayı herkesin ona bir ucubeymiş gibi davranması olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden tekrar edip duran bu rüyayı önemsememişti.

İşte yine aynı rüyadaydı. Aynı yer ve aynı hayvanlar. Ancak bu kez farklı bir şeyler vardı. Akan suyun sesini duyuyordu. Ardından emo kuşunun gülerek, ‘Glaginye narani karna!’ yani ‘Hoşgeldin küçük adam!’ diyerek kendini selamlamasını işitti. Şaşırmıştı, artık onları duyabiliyordu. Diğerleri de kendisini gülerek selamladı. Ardından Minku selamlarına karşılık verdi ve sordu, ‘Burası neresi? Neden buradayım? Sizler de kimsiniz?’ Kunduz öne doğru atılarak ‘Seni küçük serseri, şimdi böylemi olduk, nasıl olurda bizi tanımazsın! Hem de yüzlerce yılı seninle birlikte geçirmişken!’ Az önceki akıntıdan benim kuyruğum sayesinde kurtulduğunu ne çabuk unuttun.’ Ardından su samuru araya girdi ve ‘Sakin ol dostum. Bizi hatırlamaması normal. Dünyaya gelen ruhların geçmişi unuttuklarını bilmiyor musun? Hem az önceki kurtuluşta benim kaygan kürkümün etkisini görmezden gelemesin!’. O sırada küçük ördek,  paytak adımlarla öne doğru çıkıp perdeli ayaklarını gösterince sus samuru, ‘Ha evet bir de sen varsın tabi.’ dedi.  Ardından ‘Çekil şuradan şapşal!’ diyerek ördeği kenara iten kunduz, ‘Bunları elbette biliyorum. Yine de birlikte geçirdiğimiz onca zamandan sonra bizleri hatırlayamamasını kabullenemiyorum. Üstelik onunla halen birlikteyken!’. dedi ve ‘Bu arada dingolardan benim pençelerim sayesinde kurtulduğunu da hatırlatmak isterim.’ diye ekledi. 

‘Birlikte geçirdiğimiz onca zaman mı? Hala benimle mi birliktesiniz?’ Üzgünüm ama bu söylediklerinizden hiçbir şey anlamıyorum. Biri bana neler olup bittiğini hemen açıklasın!’ dedi Minku. Ardından emo kuşu söz alarak ‘Dinle Minku. Düş zamanında eski atalara ait ruhlar dolaşırken sadece yeryüzünü yaratmadılar. Aynı zamanda yolları üzerindeki doğmamış Aborjin çocuklarının ve hayvanların ruhlarını da toplamışlardı. Çocuklara ve bizlere ait ruhlar reenkarnasyon geçirmek ve görünür olmak için kutsal bir mağaranın ya da bir su kaynağının yanında beklemesi gerekiyordu. Ancak biz gruptan ayrı düştük ve yolumuzu kaybettik. Yüzlerce yıl bu su kaynağının yanında kayıp ruhlar olarak bekledik durduk fakat bizi bir daha bulabilen olmadı. Ve bir ruh da tek başına reenkarne olabilecek güce sahip değildi, mutlaka eski ataların ruhları gibi güçlü bir ruhun bunu yapması gerekiyordu. Günlerden bir gün senin aklına bir fikir geldi. Ruhlarımızı birleştirebilirsek belki ataların ruhları kadar güçlü bir ruh oluşturabilir ve böylece reenkarne olarak kendimizi dünyada görünür kılabiliriz diye düşündün. Bu daha önce duyulmamış bir şeydi ancak denemekten başka bir yolumuz da yoktu. El ele verip her birimiz en sevdiğimiz özelliklerimize odaklandık ve bizleri bir araya getirerek görünür kılması için Tijukapa’ya yakardık. Ayrıca eğer bunu başarabilirsek, sahip olduğun potansiyeli dünyada kullanıp açığa çıkarırsan belki her birimiz yeniden kendi bedenlerimize kavuşabiliriz diye umduk. Ve sanırım işe yaramaya başladı. Çünkü yola çıkıp özelliklerimizi kullanmaya başladığında ilk kez seninle iletişim kurabilmeyi başardık.’

‘Anlıyorum, peki şimdi ne yapmalıyım?’ diye sordu Minku. Bu kez sudan başını çıkaran köpekbalığı, ‘Şimdi yoluna devam etmelisin Minku. Ve karşına ne çıkarsa çıksın korkmadan, yılmadan mücadele etmelisin. Sahip olduğun tüm potansiyeli açığa çıkarmalısın. Bizleri ve kendini ancak bu şekilde özgür kılabilirsin ve ancak bu şekilde kendini tanıyabilir ve gerçekte kim olduğunu öğrenebilirsin. Ardından vatoz da köpek balığının söylediklerini destekledi ve coşkuyla kanatlarını dalgalandırarak ‘Devam et Minku. Artık uyan! Ve devam et!’dedi.

Minku aniden uyandı ve gördüklerinde bir gerçeklik payı olup olamayacağını düşündü. Bir an için tüm bu düşün, kabullenemediği yanlarından kaynaklandığını düşündü. Fakat ardından babasının Düş Zamanı’na dair söylediklerini hatırladı. O gerçekti ve ciddiye alınmalıydı. En umutsuz durumlardan bile düş zamanının yol göstericiliği sayesinde kurtulabilmek mümkündü. O'nun için her şey mümkündü ve görmezden gelinmemeliydi. Bunlar aklına geldikten sonra rüyasında söylenenlere dair inancı arttı.

Uyandığında neredeyse akşam olmuştu. Geceyi orada geçirip yola gündüz devam etmeye karar verdi. Çok acıktığını fark etti ancak yaşadığı hayatta kalma mücadelesi ve gördüğü rüyanın manevi ağırlığı onu yormuştu. Bir şeyler yemeliydi fakat dingoların saldırısı esnasında tüm azığını orada bırakmak zorunda kalmıştı. Ne yapabilirim diye düşündü. Nehirden balık avlamaya karar verdi ancak nehrin bu bölümünde balıklar çok ender görülüyordu. Yinede şansını deneyip suya atladı fakat tek bir balık bile göremedi. Sonra akıntının dibine, nehir yatağına doğru yüzdüğü sırada, gagaya benzeyen burnunun ucunda garip bir his algıladı. Önce bir anlam veremedi, sanki yakınlarında canlı bir şeyler vardı ve bunu burnunun ucunda hissediyordu. Bu hissi takip etmeye karar verdi. Görünürde bir şey yoktu ancak bu hissin yoğunluğuyla toprağı eşelemeye karar verdi. Ve bu kararının karşılığını lezzetli bir halkalı solucanı midesine indirerek aldı. Ardından aynı hissi takip ederek birkaç  karides ve bir tatlı su kereviti olan yabbi yakaladı. Aralarda karşılaştığı onlarca böcek larvasını da afiyetle yedi ve karaya çıktı.

Karnını, geceyi geçirmesine yetecek kadar doyurmuştu. Ancak ıslaktı ve hava da adeta buz gibi olmuştu. Avustralya böyle bir yerdi. Gündüzleri bir eti neredeyse ateşsiz pişirmeye yetecek sıcaklık, gece olduğunda donarak ölmenize neden olabilirdi. Minku, ateş yakmak için odun toplamaya karar verdi. Ancak yakınlarında bulunanlar, yakabilmek için yeterli kurulukta değildi. Nehrin kıyısından yürümeye devam etti ve kısmen daha kuru olan bir yer aradı ve buldu da. Eğilip odunları toplamaya başladı. Sonra çalıların arasından bir ses duydu. Bir an için irkildi. Ancak rüyasında korkmadan yoluna devam etmesi gerektiğinin söylendiğini hatırladı ve o tarafa yöneldi. Çalıları kenara çektiği anda dev bir timsah üzerine atıldı ve Minku’yu kolundan yakaladı. Minku ne yapacağını bilemedi. Kendisini çok çaresiz hissetti ve yolun sonuna geldiğini düşündü. Pençeleri bu timsahın kalın derisi için fazla yumuşaktı, ona zarar vermesi mümkün değildi. Timsah çenesini biraz daha kenetlediğinde canı çok yandı. Can havliyle ayak bileklerindeki mahmuzlardan birini timsaha sapladı ve farkında olmadan içindeki zehri timsaha zerk etti. Bu timsah için öldürücü bir zehir değildi ancak canını fazlasıyla yakmış olacak ki sivri dişlerini Minku’nun kolundan çıkarıp hızla nehre koştu ve kendini suya attı. Ardından eski yerine geri dönen Minku ateş yaktı ve uyumak üzere yattı.

İşte, yine aynı yerdeydi. O su kaynağının yanında. Çevresinde yine aynı hayvanlar vardı. Ancak bu kez hepsi sevinç içindeydi. ‘Başardın Minku! Başardın!’ diyerek coşkuyla çığlıklar atıp dans ediyorlardı. Minku da bu sahne karşısında neşelenmişti, neler olduğunu sordu. Emo kuşu öne çıktı ve 'Başardın Minku! Avlanırken köpek balığındaki alıcıları ve timsahın saldırısında da vatosun kuyruğundaki zehri kullandın. Potansiyelini ortaya koydun ve hepimizi özgür kıldın. Yolculuğun tamamlandı. Artık sen de özgürsün, Uyandığında kim olduğunu görebileceksin ve bizler de kendi bedenlerimizle yanında olacağız. Şimdiyse dans zamanı, hadi durma, sen de aramıza katıl!’ Minku’da bu duruma çok sevindi fakat ardından duraksayıp ‘ Bir dakika çocuklar, sanırım sevinmek için biraz fazla acele ediyoruz.’ dedi. Emo bu çıkışa şaşırarak, ‘Neden Minku?’diye sordu. Minku gözlerini devirerek çünkü senin özelliklerine dair hiçbir şey yapmadım emo!’ dedi. Bunu duyan hayvanlar birden kahkahalarla gülmeye başladı. Minku şaşırarak ve biraz da sinirlenerek ‘Hey kesin şunu, neden gülüyorsunuz?’ dediğinde tüm hayvanlar hep bir ağızdan, ‘Çünkü sen bir yumurtadan doğduuuun!’ diye bağırdılar. Ardından ise  bu şen kahkahalara ve danslara Minku da eşlik etti.

Allunga yani güneş yüzünü göstermiş, sabah olmuştu. Minku uyandı ve gözlerini ovuşturdu. Ardından yüzünü yıkamak için nehre doğru eğildi. Ancak sudaki yansımasını görünce gözlerine inanamadı. Karşısında sanki başka biri vardı. Büyük burnu ve dudakları normalleşmiş. Kürküyse kaybolmuştu. Ardından ellerindeki ve ayaklarındaki pençelerin ve  perdelerin artık yerlerinde olmadığını gördü. Üstelik tüm bu değişiklikler bir yana, inanılmaz derecede yakışıklı olduğunu fark etti. Olup bitene bir türlü inanamıyordu ancak sevinçten neredeyse aklını yitirecekti. Ayağa kalkıp zıplamaya, dans etmeye başladı, bir yandan da yanaklarından mutluluk gözyaşları süzülüyordu. Sonra aniden, kendisini birinin izlediği hissine kapıldı.

Arkasını döndüğünde o güne dek hiç görmediği ve en az eski hali kadar garip bir hayvanla karşılaştı. Ona doğru yaklaştı ve ‘Sen de neyin nesisin böyle?’ diye mırıldandı, hemen arkasından ikinci şoku yaşayacağını bilmeden. Hayvan dile geldi ve ‘Merhaba Minku, ben bir ornitorengim. Arkadaşların senin yapabildiklerini gördükten sonra bir arada yaşamalarının kendileri için daha avantajlı ve güzel olabileceğini düşünerek tam dünyaya gelecekleri anda fikirlerini değiştirdiler. Düş Zamanı’ndan, dünyada da bir arada ve tek bir bedende yaşamak istediklerine dair bir dilekte bulundular. Bu şekilde görünür kılındım ve sanırım pek de fena değiliz ha, yani değilim demek istedim. Buna alışmam biraz zamanımı alacak sanırım. ‘dedi ve gülümsedi. Ardından vedalaştılar ve ornitorenk nehre atlayıp gözden kayboldu.

Minku kabilesinin yanına dönmek üzere yola koyuldu. Gün batımında köyüne yaklaşırken gözlerini Attanga tepesine çevirdi ve orada kendisini beklemekte olan Amarina’yı gördüğünde çok sevindi. Ona doğru seslenip el salladı. Ancak bir karşılık alamadı.  Minku bunu fark edince Amarina’ya küçük bir oyun oynayarak kendisi hakkında neler hissettiğini öğrenmeye karar verdi.  Ona doğru birkez daha seslendi ve ‘ Merhaba genç ve güzel kız, ben doğudaki Akadinga kabilesinden geliyorum. Burada Minku isminde bir ucube olduğunu duydum ve merak edip görmek istediğimden yolumu bu yöne çevirdim. Gulvingu Kabilesinin yaşadığı yeri biliyor musun?’. Amarina bunun üzerine ‘Elbette biliyorum genç adam, ben de Gulvingu kabilesinin bir üyesiyim ancak sözlerine dikkat et, yoksa elimde gördüğün bumerangla hiç acımadan kafanı patlatabilirim. Çünkü bahsettiğin kişi benim sözlümdür, onu çok seviyorum ve yakında onuna evleneceğiz.’ dedi. Minku bu sözleri duyduğunda kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Bumeranga gerek kalmadan adeta mutluluktan ölecekti. Oyuna daha fazla devam edemedi, biran önce ona koşup sarılmak istiyordu. Bu kez ona, ‘Hey Amarina, beni tanımadın mı, benim Minku!’ diye seslendiğinde Amarina gözlerine inanamadı. Tepeden aşağıya heyecanla indi. ‘Minku, gözlerime inanamıyorum bu gerçekten sen misin? Sen… Sen çok değişmişsin. Ve itiraf etmem gerekir ki inanılmaz yakışıklı görünüyorsun.’ dediğinde, Minku sevinçle parıldayan gözleriyle Amarina’nın gözlerine baktı ve ‘Elbette benim Amarina ve ben de seni çok seviyorum. Karım olmanı istiyorum.’ dedi. Amarina çok mutlu oldu, Minku’yu zaten çok seviyordu ancak bu yeni haliyle ona bir kez daha aşık olmuştu.

Birlikte köye döndüler. Torun Minkubaraje başından geçenleri önce annesi ve babasına ardından tüm kabileye anlattı. Ve kabile üyeleri artık onun lanetli olmadığına karar verip büyük bir memnuniyetle aralarına kabul etti.

Amarina ile Minkubaraje büyük bir törenle evlendi ve tam 7 çocukları oldu. Minkubaraje, çocuklarına, sahip oldukları tüm potansiyeli açığa çıkarmaları için asla korkmadan, ellerinden geleni yapmaları gerektiğini, kendilerini başkalarının söyledikleriyle değil ancak bu şekilde bilebileceklerini ve gerçekte kim olduklarını öğrenebileceklerini söyledi. Ve hiçbir zaman pes etmeden yollarına devam etmelerini, en zor anlarında dahi düş zamanına güvenmelerini öğütledi. Ömür boyu sağlıklı, mutlu ve huzur dolu bir hayat yaşadılar.   


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder