17 Haziran 2017 Cumartesi

İŞ BAŞVURUSU

Merhaba ……………….,

Öncelikle, yazacaklarımla sizi bir miktar ‘Güzin Abla’, bir miktar ‘Jung Baba’ yerine koyacağım bir mesaj olacağı için şimdiden hoşgörünüze sığınıyorum.

İki yıl önce, A.Ü İ.B.F Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü’nü bitirdim. Reklam yazarlığı için gereken yetilerin bir kısmına sahip olduğumu düşünüyorum ancak yaş, dil, tecrübe gibi birçok handikapım var.

Ayrıca iş ilanlarında, Emre Belözoğlu enerjisinde takım arkadaşları aranıyorken ben, son zamanlarda, kendimi Van Persie gibi hissediyorum. Gördüğünüz gibi metafor malzemelerim bile 30 yaş üstü! İşin daha kötü yanı, özgüvenimi yitirmeye başladım. 

Mevcut ruh halimden mi, başka nedenlerden dolayı mı bilmiyorum ama bir süredir garip şeyler yapıyor ve yaşıyorum.

Geçen sene başında, ailemin anlamaya çalışan bakışları eşliğinde gidip A.Ö.F İlahiyat Bölümü’ne kaydoldum. Sınav haftasında ise kaydımı sildirdim. Kuşadası Belediyesi İnsan Kaynakları’nın Facebook hesabına, beni park temizlik işçisi olarak almaları için ısrarlı mesajlar attım. İzmir'deki İşkur'a gidip kaydımı, park temizlik işçisi olmak istediğime dair yaptırdım. Bir süredir de aşçı yardımcılığına dair bir meslek edindirme kursuna gidiyordum. Önce çıraklık, ardından da kalfalık belgesi aldım. Bu sene ise A.Ö.F Aşçılık bölümüne kaydoldum. Emekli dayılar gibi yürüyüşe, balığa çıkıyor, kargılardan ayakkabılık, Eskişehir maceramda sıkça gömdüğüm viskilerin şişelerinden abajur yapıyorum. Marketten buğday alıp park ve meydanlardaki güvercinleri besliyorum. Kedilerle selamlaşıp köpeklerle konuşuyorum. Ekmek ve şekeri kestim. Alkol ve sigarayı bıraktım. 2 gram dopamin için, can dostu Apollo öldürülmüş Rocky Balboa gibi spor yapıyorum. Ve ne yazık ki benim yanımda bir Adrian'ım da yok. Diğer taraftan, Kibelevari teyzeler gibi neyde ne ‘fitamin’ var; ne, neye iyi gelir, onlara bakıyorum. O BİM senin, bu A101 benim dolanıp duruyorum. Uydu kanallarında, her derde deva macunlar, merhemler, maydanozlu-sarımsaklı tabletler ve Latif Doğan güvencesiyle satılan envaiçeşit ürünün tanıtımını izliyorum. Kısacası, yetilerimi ve zamanımı çarçur edip varolmanın dayanılmaz hafifliğini merkezi ve çevresel sinir sistemimin her zerresinde doyasıya yaşayarak varoluşsal isyanımı gün be gün çeşitlendiriyorum. Sanırım, bunda, yeter miktarda başarılıyım ki bilinçaltım da eşlik etmek için elinden geleni yapıyor.

Örneğin, geçen gece, İbrahim Saraçoğlu ve Canan Karatay’ın nikahlarını kıymak üzere olduğum bir rüya bile gördüm ve bunu, Kuşadası Belediyesi’nin bana verdiği yetkiye dayanarak temizlik işçisi kıyafetleri içinde yapıyordum. O sırada, Canan Hanım, davetlilerin masalarındaki meyve sularını fark edince ‘Furuktooooz!’ diye bağırarak ayağa kalktı ve üzerime zimmetli çalı süpürgesini kapıp bindi. İbrahim Saraçoğlu da diz çöküp ‘Gitme keten tohumum, ne olur beni terk etme!’ diyerek hıçkırıklara boğuldu. Canan Hanım ise ‘Onu, davetlilere zeytinyağı yerine meyve suyu verirken düşünecektin!’ diyip korkunç bir kahkaha attı. Ardından üç kez, ‘Kuyruk yağı!’ diye bağırıp uçarak gözden kayboldu. Etrafıma baktığımda, herkes kuyruk yağına dönüşmüştü. Çığlıklar eşliğinde, sürünerek sağa sola kaçışıyorlardı. Zar zor uyandım.

6 yıllık Eskişehir yaşantımdan sonra, emekli anne-babamın yanında, 1-2 yılda bu hale geldim. Ve evet, itiraf ediyorum, Türk dizilerini de 'Ne izliyorsunuz bu gerizekalı dizileri!' diye diye ve maruz kalma kılıfı altında izler oldum.

İşte, durumum böyle iken geçenlerde bir sabah, en ilginç, en yaratıcı, çağ atlatan fikirlerin diyarı olduğu konusunda halkın sessiz bir fikir birliğine sahip olduğu ancak aynı halk tarafından zulme uğratılarak 'lavabo' diye isimlendirilen o güzide mekanda idim.

Ve derin düşüncelere dalmıştım...

'Nasıl olacak bu işler ya? Staj bile yapmadım? 30'larında, ilk kez çalışmaya mı başlanır? Bu yaştan sonra kimse almaz seni. Yapamazsın. ' dedim kendi kendime.

İşte tam da o anda, yan odadaki bilgisayardan, yeterli davudi ve uhrevilikte -Barry White ile Kani Karaca arası-  bir ses, 'Senin için ilk olacaksa mutlaka yaparsın! Suya dayanıklı Galaxy S7 Edge ile daha fazlasını yaparsın!' dedi.

Titreyip 'Tövbe, bismillah!' dedim ve 'lavaboya' düşmekten son anda kurtularak bir hışımla toparlandım. Gariptir, bir an için hoşuma gitmedi değil bu durum. Hayır, hoşuma giden 'lavaboya' düşmemek değil, yani düşmekten de hoşlanmam elbet ama konu o değil. Konu, onun öncesindeki eş zamanlılık. Ya, ona da hayır. Tövbe bismillahı da aynı anda söylemedim. O zaman tböivsbmellah gibi bir şey çıkar ağzından. Bir de zaten 'lavabodasın', tekin yer değil, maazallah...

Her neyse, asıl mesele, tüm bunların öncesindeki soru-cevap eş zamanlılığı, o tevafuktu hoşuma giden. Ama sonra kendime, 'Şizoya bağlama oğlum! İki aya kalmaz, 'Ben mehdiyim!' diye dolanırsın ortalarda. Mehdilik piyasası da malum, alarm veriyor hatta ne alarm vermesi, dibe vurdu hatta ne dibe vurması, büyük buhranı yaşadık resmen!' dedim ve çok şükür, bildiğim olumsuz ekonomi terimleri bitince sakinleştim.

Sıradan bir tüketici olsam, o gazla –metan değil mecaz olan- gidip o telefonu alırdım muhtemelen. İşsiz olduğum yetmiyormuş gibi bir de telefona bir dünya para bayılırdım. Reklamcılık okuduğuma, belki de ilk defa, bir nebze şükrettim. Ancak takdir edersiniz ki bir nebze kesmiyor. Geç de olsa, staj ve işi halledip Moussa Sow içtenliğinde bir şükür secdesi yapmak istiyor insan. Ben de ilanınızı görünce, mevcut gazı  başvuruda bulunmak için kullanmak istedim.

Ekte yer alan boş CV'me, ara sıra yazdığım bloğuma, zamanında yaptığım ve mailerimi temizlerken şans eseri bulduğum ders geçmelik birkaç işe bir göz atar, ardından da 'Gel, bir konuşalım bakalım.' derseniz, o göz benim için turna gözü, ben de Şikarizade Sayyat Ağa olurum.


Saygılarımı sunar, iyi çalışmalar dilerim.

17 Nisan 2016 Pazar

BİR

‘Karanlık, karanlıkta kalan yanlarımızın kendine yakın bulduğu ve bu yanlarımızın, kimilerine göre saklandığı mağaranın, kimilerine göreyse tutsak edildiği zindanın kapısında bekleyen Kerberos'un ağırlaşan göz kapaklarından fırsat bularak dışarı çıkmaya cesaret edebildiği zamanlardır. Ve bu zamanlar, gündüzün aydınlığıyla yüzleşemeyen, belki de gündüzün aydınlığından ziyade, bu aydınlığın, içinde yaşadığımız topluluktan yansıyan ışıklarla -dolayısıyla aracı kurumların saflığını bozduğu ışıklarla- ortaya çıkmasına dayanamayan yanlarımızın, varlığını idame ettirebilmek için soluklandığı zamanlardır. Bu yüzden, insanlık tarihinde neredeyse tüm din ve öğretilerin olumsuz yaftalamalarına kurban olmasına rağmen, ben, gecenin ve karanlığın dengede olmamızı ve bu sayede yaşamamızı sağlayan en az gündüz kadar önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki gündüz taktığı maskeleri kırabilmeyi başarmış insanlar, soluklanmak için gecelere ihtiyaç duymazlar.’

Bu satırlarla -çoğu zamanki gibi- evimin küçük fakat huzurlu addettiğim odasında, kah belgesel izleyerek kah ise kitap okuyarak vakit öldürdüğüm sıradan gecelerden birinin sonlarına doğru karşılaştım. Devamına dair içimde bir merak uyanmıştı. Fakat tam da o esnada, elektriklerin kesilmesiyle odam koyu bir karanlığa ve sessizliğe gömüldü.

Yapacak bir şey olmadığını düşünüp uyumak üzere yattım. Okuduğum satırlar hakkında bir süre düşündükten sonra uykuya daldım. Ancak kısa süre sonra gördüğüm rüyadan güçlükle ve kan ter içinde çıkabildim.

Rüyamda yine odamdaydım. Her şey olabildiğince sıradandı. Ama kendimi birden, her yerin zifiri karanlık olduğu bir boşlukta buldum. Ardından ise çok şiddetli bir deprem oldu. Herhangi bir insan gibi ben de depremin büyüklüğünü, etrafımdaki eşyalardan ya da en basiti, tavandaki avizeden anlamaya alışkındım. Ancak bu depremi, etrafımın zifiri karanlık olduğu ve herhangi bir eşyaya dair dokunma, işitme, görme gibi duyularımla elde edebileceğim bir algımın olmadığı, uzay boşluğunu andıran bir yerde, ruhumun sarsıldığını hissederek idrak etmek inanılmaz ürkütücüydü.

Rüya sona ermişti. Yatağımda olduğumun farkındaydım. Uyku ile uyanıklık arasındaki o andan çıkmaya çalışırken bu kez aynı depremi kulaklarım aracılığıyla beynimde yaratmak isteyen, kim ya da ne olduğunu bilmediğim birinin, ‘Yeaah, every ceaser is an ecologist!’ haykırışıyla yataktan fırladım. Ses dışarıdan gelmemesine rağmen o kadar şiddetliydi ki kalktığımda kulağım çınlıyordu. Elim ayağım boşalmış, omurgamdan başlayıp tüm bedenime yayılan bir elektrik akımına tutulmuştum sanki. Böyle bir korku ve acıyı daha önce yaşamamıştım.

Derin nefesler almaya ve sakinleşmeye çalıştım. Bir süre sonra, yavaşça normale dönmeye başladım ve sakinleştim. Hala kendimi biraz daha iyi hissetmeye ihtiyacım vardı fakat aklıma bir şey gelmiyordu.  Derken kulağıma yaşlı bir bilgenin çelimsiz, telaşsız ancak insana huzur ve güven veren adımları misali varan yağmur sesini fark ettim.

Bu durum beni ziyadesiyle rahatlattı zira yağmuru oldum olası çok sevmişimdir. Hatta 'Seni hayatta neler mutlu eder?' diye sordukları zaman, yağmur, aklıma gelen ilk cevaplardan biri olmuştur. Bu sevgimden dolayı -gecenin kaçı olursa olsun- yağmur yağdığında dışarı çıkıp yürüyüş yapmak, beni az çok tanıyanları şaşırtmaz.

İlginçtir, hal böyleyken dışarı çıkacak isteği kendimde bulamamıştım. Vakit sabaha karşıydı ve belki de okuduğum o son satırların ve ardından gördüğüm rüyanın hala etkisindeydim. Üstelik diyordum, bu yağmur beni dışarı çıkarmaya yetecek şiddette de değil.

Ancak tam da o anda, odamın içini, güneşi andırırcasına aydınlatan bir şimşek hasıl oldu. Bu saniyelik aydınlık odamı terk ederken oluşan alacakaranlıkta, üçü sağında, üçü solunda ve biri de başının üzerinde olmak üzere etrafında yedi adet kandil bulunan yaşlı bir adam silüeti belirdi birkaç saliseliğine. Gördüğüme anlam vermeye çalışırken bir yandan da –ilkokulda öğrendiğimden beri bende adeta bir refleks haline dönüştüğünden- göğün gürleyeceği ana dek saydığımın farkına ancak odamın camlarını titreten ve insanda acz, saygı, itaat ve huzur hislerini uyandıran o sesi, dudaklarımdan yedi rakamının dökülmesiyle eşzamanlı duyunca varabildim.

Ardından rastlantı ile açıklanabileceğine inanmadığım bu eşzamanlılıkları anlamlı hale getirmek istedim ve düşündüm. Nedendir bilinmez, hemen herkesin kendine yakın bulduğu bir rakamı vardı. Kiminin iki, kiminin dört, kiminin dokuz. Benimki de buydu. Yediydi. Doğum tarihimi, T.C. kimlik numaramı, okul ve telefon numaralarımı, tek rakam kalana dek topladığımda çıkan sonuç yediydi. Hatta daha bir hafta önce, bunun ne kadar boş bir çıkarım olduğunu düşündüğüm gün, Placebo isimli müzik grubunun ‘Song to Say Googbye’ isimli şarkısıyla karşılaşmıştım. Şarkıyı dinlerken gözlerim dolmuştu ve gözlerimden yaşların düştüğü anlarda şarkıda, Türkçe anlamıyla:

Masumiyetimiz kaybolmadan önce
Sen onlardan biriydin
Şanslı yediyle kutsanmış
Ve beni ağlatan bir ses
Tabiat Ana’nın oğluydun sen
Bağlantı kurabileceğim biriydin
İğnenle zararını verdin
Kaderde alçakça bir değişme oldu
Şimdi uyandırmaya çalışıyorum seni
Sıvı gök yüzünden seni çekeyim diye
Çünkü böyle yapmazsam ikimizde en sonuna geleceğiz
Senin veda şarkınla

sözleri geçiyor ve bilgisayar ekranına gayri ihtiyari bir şekilde baktığımda saat 07:07’yi gösteriyordu.

Tüm bunları düşünürken az önce küçümsediğim yağmurun çelimsiz ve telaşsız sesi, gittikçe celallenerek güçlü ve karşı konulamaz bir buyruk haline dönüştü benim için. Daha fazla vakit kaybetmek istemedim. Bu sürecin beni nereye götüreceğinin merakıyla dışarı çıkıp yola koyuldum.


Yağmur, beklentimin karşılığını fazlasıyla veriyordu. ‘Ya Zeus, benim için fazla mesaiye kalmış ya da Hera’nın kıskançlıklarının acısını gökyüzünden çıkarıyor.’ diye düşünüp gülümsedim. Az önce evde yaşadıklarımdan sonra, normalde absürt kabul edilecek bu düşüncelerin bir an için oldukça kabul edilebilir gelmesi de bir kez daha sırıtmama neden oldu.

Yağmurun, yıldırımların ve gök gürültülerinin hissettirdiği huzurun yanında, geç saatlerden kaynaklanan boş sokakların getirdiği özgürlük hissi, yolculuğumdan aldığım keyfi bir kat daha arttırmıştı. Yağmurun bana sunduğu hediyelerden biri olan toprak kokusu ve ucuz fakat iş gören şemsiyeme düşen yağmur damlalarının ezgisi eşliğinde yürüyordum.

Ara ara, yaşadığım mahalle Bağlar’ın, Daidalos’un labirentini andıran bu ıssız ve karanlık sokakları, evde yaşadıklarımı aklıma getirip beynimi olumsuz düşüncelere sevk etmeye çalışsa da evden çıktığımdan beri, mevcut ezgi ve toprak kokusundan eğirilmiş bir iplikle yürümem, kendimi kaybetmeden yoluma devam etmemi sağlıyordu.

İki duyumu koruma altına alan bu iki güzellikle yoluma devam ettim. Sonunda şehrin merkezi yerlerinden biri olan Üniversite caddesine çıktım. Neyse ki üçüncü duyuma talip olan Minotor değil, şehrin yapay ve renkli ışıklarıydı. Bunlar, bazen, uhrevi yanı arttırılmak için süslenmiş bir caminin yeşil ve mavi spot ışıkları bazen de ayyaşların ya da uyku düzeni bozuk kişilerin karınlarını doyurmaya uğradıkları bir çorbacıdan yayılan, albenisi bol kırmızı neon ışıklarıydı.

Sanki her bir foton, gecenin karanlığına ve ortamın sakinleşmesine karşı Apollon tarafından atılan birer ok gibiydi. Elbette gecenin kaotik karanlığı, yıldızlarla dalgasını geçen uzay boşluğu misali baskındı fakat onların yıldızları anımsatan bu direnişi ilgimi çekmiş, hoşnutluğumu ve takdirimi kazanmıştı. Adeta her biri, renksiz gün ışığının içerdiği yedi renkten birini sahiplenerek üzerine düşen görevi yapmakta ve gün ışığını temsil etmek için çabalamaktaydı. Bu durum, aklıma ister istemez, etrafında yedi kandilin bulunduğu yaşlı adam silüetini ve ardından yedi rakamıyla ilgili düşündüklerimi getirdi. Belki de bunlar, bir çoğumuzun değersiz gördüğü ancak az önce hoşnutluğumu ve takdirimi kazanmış ve kendi adıma da pay çıkarmama neden olmuş bu yapay ışıklardan çıkaracağım ders için gerekli öncüllerdi.

Bu değerlendirmenin kendimi iyi hissettirdiği açıktı ancak bu yapay ışık hüzmeleri ufak lezzetler sunsa da gün ışığının, -renksiz görünmesine rağmen- hayatın tüm renklerini içinde barındırdığını bilirmişçesine dünyanın tüm renklerini gözümüze, oradan da beynimize ve bize taşımasının tadını vermiyordu. Fakat bunun -bir süre için de olsa- dağılmaya yüz tutmuş bir sorun olduğunu, caminin minaresindeki hoparlörden gelen sesle hatırladım.

Hoparlörden gelen bu ses, gecenin spot ve neon ışıkları gibi yapay olsa da insanlığın bilinmeyen gerçekliğe atfettiği anlamlarla oluşturduğu kültürün ürünüydü ve bu ses az sonra, bilinen, maddi gerçeğin gözler önüne serileceğinin habercisiydi. Haberin göğe uzanan minarelerden veriliyor olması da bende gökyüzüne yakın olma isteği uyandırdı. Bu uyarıyı aldıktan sonra, söz konusu gerçekliğin aydınlanış anına ve bu anı oluşturan unsurlara daha geniş açıdan bakmak istedim. Bu düşünceden hareketle, yaşadığım yerde bir dağ, tepe ya da piramit olmadığından şehre daha geniş bir plandan bakabileceğim en uygun yere, İsmet İnönü caddesinin en yüksek olduğu noktaya gittim.

Arkamda, gündüz vakitlerinde hücumuna uğradığı Eskişehir halkıyla yaşadığı coşkunun yorgunluğunu atmaya çalışan alışveriş merkezi Espark; önümde ise binlerce insanı ve yanlarından ayıramadıkları hikayelerini, o şehirden bu şehire taşıyan trenlerin ana duraklarından Eskişehir Tren Garı vardı.

Tan kızıllığı, rayların uzandığı ufukta, yaklaşan güneş treninin gelişini haber verircesine belirmeye başlamıştı. İnsanların çoğu uykudayken bu uyarıyı dikkate alma görevini gökyüzündeki mesaisine başlamış kırlangıçlar, elektrik tellerindeki güvercinler ve ağaç dallarında oradan oraya zıplayarak dans eden serçeler üstlenmişti. Her biri heyecan ve telaşla yeni günü kendi dillerinde selamlıyordu ve söyledikleri şarkıların ezgisi, Apollon’u kıskandıracak güzellikteydi. Belki de bir tanrının kendilerine bahtsız Marsyas muamelesi çekeceğini mümkün görmemelerinin özgürlüğüydü ezgilerini böylesine güzel kılan ve ötekileştirilmelerine aldırmayan kargaların dahi, adeta güzeli ayırt edebilmemizi sağladıklarını bilmelerinin güveniyle bu seremoniye eşlik etmeleriydi bu güzelliği fark etmemi sağlayan.

Kızılı beyaza çeviren güneşin ilk ışınları -yola çıkmalarından sekiz dakika sonra bana ulaşmalarına rağmen- tazeliklerini ve sıcaklıklarını fazlasıyla koruyorlardı. Beni, çevremdeki gerçeklikle buluşturmak üzere yola koyulan bu sarı-sıcak ışınlar, güneşin sıradan işlerine alet olsalar da onların, görevlerine adanmışlıklarını ve bu görevi yerine getirmelerindeki heyecanlarını, mevcut tazeliklerine ve sıcaklıklarına tanıklık ederek hissettim. Bu algı, onlara olan hayranlığımı bir kat daha arttırdı.

O sırada, onlara hayran olan sadece ben değildim. Yine çoğu insan tarafından sevilmeyen ancak bana son bir saattir güzel anlar yaşatan o kasvetli yağmur bulutları da görevlerini tamamlamalarının verdiği tatmin ve güneş ışınlarına duydukları saygıyla yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Sanırım, Zeus ve Hera barışmıştı. Sahne artık Helios’un iki tekerlekli arabasıyla çektiği güneşe aitti. Güneş, tüm iç hesaplaşmaları sonucunda oluşturduğu -ki bu gerçek anlamda 10 milyon yıl sürmektedir- olumlu çıkarımlarını bir an önce dört bir yana saçarak tüm insanları, hayvanları, bitkileri, kısacası etki alanına giren tüm unsurları aydınlatmayı kendine şiar edinmişçesine yavaş ama emin adımlarla yükselmekteydi.

Ben de yükseklere baktım. Ve gökyüzünden koca bir nefesi ciğerlerime buyur ettim. Sonra da ağaçları ziyaret etmesi için arda kalanları gönül rahatlığıyla uğurladım. Kötü başlayan gecenin sonunda iyi hissediyordum. Ancak birden, bu hissi baltalamaya çalışan düşünceler zihnime hücum etmeye başladı.

Ne oldu ki şimdi?
O gerçeklik nerede hani?
Bırak avutmayı kendini!
Karanlıktır karanlık,
Ve aydınlık da aydınlık.
İyiler ödüllenir,
Kötüler cezalanır,
Sen iyi değilsin!
Sen kötü birisin!
Yanlışlara yer yok,
Doğru insan değilsin!
Kazanmak istiyorsan
Yanlışa sövmelisin!
Artık bunu kabullen,
Elbet kaybedeceksin!

Bir anda düşüncelerim tarumar olmuş, iyi hislerim sağa sola kaçışmaya başlamıştı. O hislerle beraber ben de bir yerlere kaçıp saklanmak istedim. Ancak yapmamalıydım, yapamazdım. Tüm bu gecede yaşadıklarımın bir anlamı olmalıydı. En başa dönüp her şeyi yeniden gözden geçirmeli, bulabildiklerim ile bu olumsuz düşüncelere karşı direnmeli, mağlup etmeliydim.

Derken gördüğüm rüyayı ve onun öncesinde okuduğum satırları hatırladım. Rüyamdaki ses, bana, her Sezar'ın bir ekolojist olduğunu haykırmıştı. Ne demekti bu? Sezar, bir imparator; daha fazla toprak, para ve güç için insanları katletmekten kaçınmayan eli kanlı bir diktatördü. Ekolojist ise neredeyse paranoya ve trans halinde dolanıp ‘Acaba bu davranışım doğaya zararlı mı, nefes versem karbonumla dünyaya zararlı olur muyum?’ diye çırpınan ve olgulara doğa merkezli bakış açısıyla yaklaşan düşünce akımını savunan bir kimseydi. Nasıl olur da birbirlerinin yerini tutabilirlerdi?

Ardından, okuduğum satırları hatırladım. Yazar, karanlığı ve geceyi, adeta gündüz ve aydınlık kadar değerli görüyor, tarih boyunca ona haksızlık edildiğini, kurban muamelesi gördüğünü, halbuki onun, dengede olmamızı sağlayan çok önemli bir unsur olduğunu söylüyor, onu neredeyse kutsuyordu. Bu da tıpkı rüya gibi garipti.

Daha sonra, gecenin devamında yaşadıklarımı düşündüm. Yaşadığım korku, kendimi kötü hissettirerek beni dışarı atmış, dışarıdaki yağmur sesi ve toprak kokusuysa iyi hissettirmişti. Karanlık, ıssız ve labirentvari sokakların sonunda, renkli ve ışıl ışıl bir caddeye çıkmıştım. Bu ışıklar, yapay olsalar da beni etkileyerek güzel düşüncelere sevk etmişti. Yaşlı adam silüeti ve paranoyakça anlamlar çıkardığım yedi rakamı, başta, ürkmeme ve rahatsız olmama neden olsa da sonrasında, yedi rengi barındıran ışığa atıf olmalarıyla bende bir sorumluluk bilinci uyanmasına yardımcı olmuştu. Gün doğarken kuşların o muhteşem ezgilerinin farkına daha iyi varmamın nedeni, kargaların kötü seslerine rağmen takındıkları cüretkar tavırdı. Ve daha aklıma gelmeyen birçok güzel anın altında kötü bir an vardı. Yine birçok iyi andan sonra da kötü bir an yaşamıştım. Tıpkı az önce, en huzurlu hissettiğim anda, zihnime hücum ederek mevcut huzuru baltaladığını söylediğim düşünceler gibi.


Okuduğum satırlar ve rüyam açıklığa kavuşmuştu. Bunun kabulü, kabul edilse bile bu anlayışla yaşamak elbette zordu. Ancak:

Olan olmuştu şimdi!
O gerçeklik her yerdeydi.
Avuntu değil benimki.
Aydınlıktır karanlık,
Ve karanlık da aydınlık.
İyiler de cezalanır,
Kötüler de ödüllenir!
Ve ben iyi biriyim!
Ve kötü de biriyim!
Yanlışlarıyla vardır,
Doğru insan dediğin!
Ve kazanmak istiyorsan
Kendini bilmelisin!
Kabullenmeden önce sen,
Yaşayıp görmelisin!



O an dilimden dökülen bu dizelerden sonra içimdeki bütünlük ve dinginlik hisleri eşliğinde evimin yolunu tuttum. Yaşattıkları tarifsiz mutluluklar ve güzellikler ve altından kalkamayacağımı düşündüğüm tüm çöküşler için varoluşa ait tüm somut ve soyut parçalara, iyiye ve kötüye derin bir minnet duydum. Bu minnetin karşılığını, ancak onlar kadar varlık nedenime uygun davranırsam verebileceğimi düşündüm. Geceleri mağaralardan, zindanlardan çıkardığım yanlarımın, gündüzü de hak ettiğini anlayarak gündüze ait maskelerimi kırıp atmaya ve hayatın gerektirdiğini düşündüğüm sahte tavırları yok ederek olduğum gibi yaşamaya karar verdim.

16 Nisan 2016 Cumartesi

ORNİTORENGİN VAROLUŞUNA DAİR MİTOLOJİK BİR ABORJİN HİKAYESİ






‘Başta var olan sadece Düş Zamanı yani Tijukapa’ydı. O sonsuzdur. Ancak görünmezdi ve sessizdi. Anlardan bir anda kendini bilmek istedi. Ve sonsuz Düş Zamanı kendini görebilmek için içinden toprağı çıkardı. Önüne serdi. Sonra kendisini toprağa üfledi. Görünür kıldı. Toprak düzdü. Tijukapa toprağı dölledi. Çamurdan çıkan Büyük Gökkuşağı Yılanı ve beraberindeki ruhlar yeri şekillendirdi. Sonra bitkileri ve hayvanları oluşturdular.  Ve biz Aborjinlerin ilk ataları olan Ganjendingo ve Diljivaraju’yu yarattılar. Ve Tijukapa’nın kendini tanıması için gerekli olan yaşamı devam ettirme görevini bizlere devrettiler.’  dedi Gulvingu Kabilesi’nin en yaşlı üyesi Bilge Minkubaraje.

Kabiledeki tüm çocuklar ateşin etrafında toplanmış dikkatle onu dinliyordu. Çünkü tıpkı Minkubaraje gibi onlar da Düş Zamanı’nın dünü, bugünü ve yarınıydılar. Bunları öğrenmeleri ve ileride kendi çocuklarına aktarmaları gerekiyordu. Çünkü onların varoluş nedenleri dünyayı ve yaşamı korumaktı.

Ardından Minkubaraje kutsal şarkılar ve danslardan oluşan ayini başlatmak üzere asasını 3 kez toprağa vurdu. Hep birlikte ayağa kalktılar. Minkubaraje, başını yüzlerce yıldızın parıldadığı gökyüzüne kaldırıp kutlu şarkısına başladığında, kabilenin gençleri dans etmek için kutsal thuma ateşinin etrafındaki yerlerini çoktan  almışlardı.

Bu ayinlerde manevi bir geçiş yaşanıyordu. Transa giren gençler, dansını yaptıkları geçmiş varlıklarla iletişime geçiyor ve onlara dair hikayeleri öğreniyorlardı. Bir yandan da kabilenin çocuklarına, o varlıklara ait adımları ve hareketleri taklit ettikleri bu dansları öğretiyorlardı. Böylece o varlıkların özelliklerini kendi üzerlerinde taşıdıklarını, kendilerinin bir parçaları haline geldiklerini  ve bu varlıkların ne olduklarını içlerinde hissedebiliyorlardı.

Ayin tüm coşkusuyla devam ediyordu. Thuma ateşinden çıkan kıvılcımlar, dansın etkisiyle oluşan toz bulutunun içinde, karanlık gökyüzünde parıldayan yıldızları andırıyordu. Alacakaranlıkta esmer tenlerinden dolayı neredeyse görünmez bir hal alsalar da turuncu ve beyaz boyalarla yüzlerine ve vücutlarına çizdikleri motifler ve semboller, thuma ateşinden yayılan ışıkla parlayarak onlara birer doğaüstü varlık görüntüsü veriyordu.

Derken yaşlı Minkubaraje gökyüzünde bulutların toplandığını fark etti. Bu durumu oldukça garipsedi çünkü muson yağmurlarının başlamasına daha 7 hafta vardı. Tam bu esnada, yeryüzünün her tarafından duyulmasını istercesine yüksek sesle söyledikleri şarkıyı gökyüzündeki bulutlar gibi örten bir çığlık duyuldu ve aynı anda esmer tenlerini gün ışığı gibi görünür kılan bir şimşek her yeri aydınlattı. Herkes olup biteni anlamak için birbirine endişe dolu gözlerle bakarken çıplak ayaklarının altındaki toprağı sarsan büyük bir gök gürültüsü duyuldu. Bardaktan boşanırcasına başlayan yağmur, küllerinden dumanların yükselmesine bile izin vermeden, az önce neredeyse gökyüzüne değen thuma ateşini adeta yerin dibine gömdü. Yağmur tanrısı Bunbulama çıldırmış gibiydi. Herkes sağa sola koşuşturmaya başladı. İri yağmur damlaları, üzerlerindeki turuncu ve beyaz boyaları yanlarına alarak toprağa düşerken aynı çığlık bir kez daha duyuldu. Minkubaraje yaşanan paniğin daha da büyümemesi için tüm gücüyle bağırarak herkesin çadırlarına gitmesini istedi. Ardından çığlıkların yükseldiği çadıra yöneldi.

İçeride, kafa kafaya vermiş bir grup kadınla karşılaştı. Onları çekip aralarına girdiğinde, karşısında ufak torunu Nikitaje’nin doğum yaptığını gördü. Çok şaşırdı. Torununun hamileliği henüz  5 aylıktı, bu iyi bir alamet değildi. Kadim ruhların onu dünyaya bu kadar erken yollamalarının bir nedeni olmalıydı ve bu muhtemelen iyi bir şey değildi. Çünkü yaşadıkları dünyada her şeyin bir ölçüsü, düzeni ve zamanı vardı. Bunun dışına çıkmak ne kadar kötüyse, çıkıldığı anlarla karşılaşmak da muhtemelen bir şeylerin ters gittiğinin habercisi olmalıydı. O esnada, karısı ve kabilenin kutsal annesi olan Mamadunga , kızgın bir şekilde yaşlı adamı kolundan tutup çadırdan dışarı çıkardı.

Minkubaraje koşarak oğlu ve damadının yanına gitti. Onlara durumu anlattıktan sonra yaşlılar heyetini  toplamak için uzun üflemeli çalgısı Didgeridoo’yu üç kez uzun uzun çaldı. Koşarak geldiler ve durumu anlamak için konuşmaya başladılar.  Kimi, yaşananların, oyulmuş taş ve şekillendirilmiş ağaç parçalarından oluşan kutsal Tringalara artık eskisi gibi saygı gösterilmemesinden kimi de kabiledeki gençlerin, gizli ve kutsal konuları kalabalık içinde çekinmeden konuşmalarından dolayı olduğunu söylüyordu. Herkes başka bir şey söylese de hepsi bu durumun bir felaket habercisi olduğu konusunda hemfikirdi.

Saatler ilerlemiş ancak genç kızın çığlıkları hala kesilmemişti. Buna daha fazla dayanamayan Minkubaraje çadırdan çıkıp yönünü batıya çevirdi ve diz çöküp yere kapanarak ellerini çamura sapladı. Bir yandan da gözyaşları içinde hıçkırarak toprağa ve atalarının ruhlarına kendilerini affetmeleri için yalvararak dualar etti. Bilge adamı bu halde gören kabile üyelerinin korkuları bir kat daha arttı ve hepsi yaşlı adamın arkasına geçerek onunla birlikte yakarmaya başladılar.

Bir süre sonra genç kızın çığlıkları kesildi. Yağmur durdu ve bulutlar dağıldı. Yere kapanmış başlarını kaldırıp doğrulduklarında, arkalarından doğan güneşin etkisiyle oluşan gölgeleriyle karşılaştılar. Bu kısmen iyiye işaretti.  Çünkü gölgeler, atalarının ruhlarının kendilerini terk etmediklerinin  ve yanlarında olduklarının bir sembolüydü. Bu manzarayla kısmen rahatlamışlardı ancak hala saatlerdir beklenen o ağlama sesini duyamamışlardı.

Yaşlı adam, oğlu ve damadı Nikitaje’nin hayatından endişe duyarak telaşla onun bulunduğu çadıra yöneldiler. Ancak çadıra girdiklerinde herkesin suratında garip bir ifade vardı. Genç kızın kucağındaki kocaman yumurtayı gördüklerinde aynı ifade onların yüzünde de belirdi. Daha önce böyle bir şey ne görülmüş ne de duyulmuştu.

Derken yumurta hareket etmeye başlayınca odadaki herkes irkilerek birer adım uzaklaştılar. Sonra bu büyük yumurtadan ufak çatırtılar gelmeye başladı. Nikitaje her ne kadar korksa da onu kendisi doğurmuştu ve annelik içgüdüsüyle yumurtayı kucağından bırakamıyordu. Ardından yumurtanın kabuğu kırıldı ve içinden ucube görünüşlü bir bebek çıktı. Öyle garipti ki odadaki herkesin dili tutulmuştu. Dudakları ve burnu o kadar uzundu ki adeta bir gagayı andırıyordu. Derisi kürklü denecek kadar kıllıydı. Henüz bu şok atlatılamamışken, bebeğin ellerini ve ayaklarını uzatıp gerinmesiyle birlikte önce uzun tırnaklarını ardından da el ve ayak parmaklarının arasının perdeli olduğunu fark ettiler. Ayak bileklerinde ise ne olduğuna anlam veremedikleri birer mahmuz vardı. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bebeğin arka tarafında kuyruk benzeri bir çıkıntı göze çarpıyordu..

Bu durum büyük bir korkuya neden olsa da ilk şokun ardından daha yakından incelemek için bebeğin başına üşüştüler. Ancak Mamadunga onları çekiştirip dışarı çıkmalarını söyledi. Ardından beklenmeyen zamanda, beklenmeyen şekilde ve beklenmedik bir görünüşle karşılarına çıkan kabilenin bu yeni üyesini büyük bir şaşkınlıkla izlemeye koyuldular.

Ancak kabilenin minik üyesi ne kadar garipse bebeğin babası Karvanugih de diğer yeni babalara kıyasla farklı bir haldeydi.  Bir çocuğu olduğuna sevinememiş, aksine bir köşeye çekilip yere çökmüş dalgın bakışlarla toprağı izliyor bir yandan da tırnaklarını kemiriyordu. Durumu fark eden Nikitaje ona seslenerek neden böyle davrandığını sordu. Karvanugih kızarak bu bebeğin babasının değil kendisi, hiçbir insanın olamayacağını ancak Büyücü Kadaji’nin yani şeytanın böyle bir bebeğin babası olabileceğini söyledi. Bu sözleri duyan Nikitaje çok üzüldü ve hıçkırıklara boğuldu.

Minkubaraje, Karvanugih’i çadırdan çıkardı. Ona sakin olması ve bu şekilde davranmaması gerektiğini söyledi. Kendisinin de bu durumu anlayamadığını, muhtemelen birinin kendilerine kötü bir şarkı söylemiş ya da büyü yapmış olabileceğini ama zamanla her şeyin açıklığa kavuşacağına inandığını söyledi. Ancak şimdi bu durumu kabullenmesi dışında bir seçeneği olmadığını da ekledi. Genç adamsa, kendisi kabul etse bile kabilenin onu kabullenmeyeceğinden yakındı. Yaşlı adam ‘Sen onları düşünme, Tijukapa’ya güven, üstelik atalarımızın ruhları da hala bizlerle beraber. Hem sen de biliyorsun, dünyadaki her şeyin fiziki ve ruhani olarak iki yüzü vardır ve ruhani dünya fiziksel dünya ile iç içedir. Yaşam döngümüz, doğumla ölüm arasındaki süreçten ibaret değil; aksine, her canlının reenkarnasyon geçirdiği sonsuz ve sürekli tekrarlanan bir olgudur. Ve unutma ki ölen ruhlar Düş Zamanı’nda Muçinga adlı kadının mağarasına girerler ve yeniden doğma zamanları gelene dek orada beklerler. Şimdi biraz sabredelim, kırk gün sonra bebeği alıp eski dostum Ulu Adam’a gidelim. Olanları bir bir anlatalım. O, bir bebeğe bakıp ataların ruhlarıyla konuşarak onun kim olduğunu söyleyebilir. Eğer bunu yapamazsa bizim için uyumasını isteyelim. Rüyasında Muçinga ona bu bebeğin kim olduğunu söyleyecektir. Sonra duruma tekrar bakarız ve bebeğe uygun bir isim veririz. Ne dersin?’ Minkubaraje’nin bu sözleri Karvanugih’i biraz olsun rahatlatmıştı. ‘Tamam.’ dedi ve Minkubaraje’ye şükranlarını sundu.

Kırk gün gelip geçmişti. Bu sürede de gariplikler devam etmişti. Minik Aborjin, sütü annesinin sadece meme ucundan değil, memesinin her yerinden emebiliyordu. Ayrıca normal bir bebeğin süt dişlerinin bile olması için henüz çok erkenken onun ağzında, yetişkinlerde görülen üç uçlu azı dişleri vardı.

Tüm bunlardan sonra Ulu Adam’a gitmek artık şart olmuştu. Minkubaraje ve Karvanugih kırkıncı gün Nikitaje’nin çadırının yolunu tuttular ve ona ne yapmak istediklerini anlattılar. Nikitaje başta garipsediği bu garip bebeğe zamanla alışmış hatta onunla arasında diğer anne ve bebekler arasındaki bağdan daha farklı bir bağ oluşmuştu. Bu nedenle onu vermek istemeyen Nikitaje, ‘Geçmişte kim olduğu kimin umurunda, onu karnımda taşıdım ve ben doğurdum. O benim bebeğim ve onu seviyorum, işte hepsi o kadar.’ diye çıkıştı önce. Ancak daha sonra eşinin ve büyükbabasının ısrarlarına büyükannesi Mamadunga da destek verince isteklerini kabul etti.

Bebeği alıp yola çıktılar. Karvanugih, Minkubaraje’ye, Ulu Adam’a gitmek için hangi şarkı yolunu kullanmaları gerektiğini sordu. Yaşlı adam, Ulu Adam’a ancak sabah yıldızı şarkı yolundan gidebileceklerini söyledi.

Şarkı yolları Düş Zamanı’nın patikalarıydı. Atalarından miras kalan gizli patikalar… Aborjinler, avlanmaya ya da besin toplamaya giderken ya da göç ettiklerinde, kısacası, hayatta kalmalarını sağlayan tüm gereksinimlerini karşılamada, kendilerini bildikleri ilk zamanlardan beri bu yolları kullanıyorlardı. Üzerinde yaşadıkları yeryüzünü, bu şarkı yollarıyla bir anlamda haritalandırmış adeta ilmek ilmek dokumuşlardı. Şarkılara dökülerek yürünen bu yollar, su kanallarına, çiçeklere, dağlara isim ve hayat veren atalarının ruhlarına açılan birer kapıydı. Onların gittikleri bu yollardan gitmek, söyledikleri şarkıları dillendirmek, geçmiş zamanı şimdiki zamanda yaşama imkanı veriyordu. Ve söylenen her şarkıda evrenin baştan yaratıldığına inanıyorlardı. O yüzden geçmiş ya da gelecekleri yoktu, sadece tek bir görevleri vardı. O da dünyayı korumak yani varoluşun devamını sağlamaktı.

6 gün boyunca kısa molaların ve uyumak için durakladıkları birkaç zamanın dışında neredeyse hiç durmadan ilerlediler. Ve 7. gün Ulu Adam’ın çadırına vardılar.

Ulu adam yaşlı ve kör bir adamdı ancak buna rağmen kendini bildi bileli yalnız yaşamıştı ve sanki herkesten daha iyi ve daha fazla görüyordu. Ve aslında hiç de yalnız değildi. O güneşi, ayı ve yıldızları, toprağı ve suları, hayvanları ve bitkileri kısacası etrafında canlı-cansız ne varsa, varoluşun her zerresini bir insan gibi gören ve hepsinin bir ve bütün olduğuna inanan bir insandı. Elbette bu anlayış, tüm Aborjinlere hakimdi ancak bu inancın hakkını tam anlamıyla vererek yaşayabilen çok az sayıda insan vardı ve Ulu Adam onlardan biriydi. Ayrıca ataların ruhları da kendisini çok sever ve bir an olsun yalnız bırakmazlardı.

Merhaba Ulu Adam, huzur ve barış seninle olsun diyerek çadırdan içeri girdiklerinde yaşlı adamın önünde, dumanı üstünde üç adet çay kasesi vardı. Ulu adam onlara, ‘Hoş geldin eski dostum Minkubaraje, siz de hoş geldiniz Karvanugih ve onun gizemli bebeği.’ dedi. Karvaniguh bu duruma şaşırmıştı çünkü onun kör biri olduğunu biliyordu, yine de bu durumu belli etmedi ve Hoş bulduk Ulu Adam, sanırım yanlış bir zamanda geldik zira çaylardan anladığıma göre başka misafirleriniz var.

Ulu adam gülerek, ‘Hayır genç adam, şu an tek misafirim sizsiniz ve çayların da sizler için olduğuna emin olabilirsin. Buyurun oturun.’ dedi.
Kısa bir sohbet ve eski günleri yad ettikten sonra asıl konuya gelindi. Karvanugih çaresiz hissettikleri durumu Ulu Adam’a anlattı. Ulu adam geliş nedenlerini az çok bilse de onu sabırla dinledi. Ardından bebeği ellerine aldı. Onu önce alnından öptü ve gülümsedi. Bebekte halinden memnundu ve o da gülücükler saçmaya başladı. Ardından Ulu Adam bebeği havaya kaldırarak ufak bir şarkı mırıldanmaya başladı, şarkıda ataların ruhlarının isimlerini sık sık tekrarlıyor bir yandan da başı öne eğik bir şekilde oturduğu yerde ileri geri sallanıyordu. Bir süre sonra susarak aniden başını kaldırdı. Körlüğünden dolayı beyaz görünen gözleri önce kahverengi sonra yeşil, ardından mavi ve en sonunda kırmızı renge büründü. Hafif bir titreme eşliğinde anlaşılmayan bir dilde bir şeyler mırıldandı. Ardından başı tekrar yere eğildi ve başını kaldırdığında Ulu Adam gözleri eski haline dönmüştü. Bebeği tekrar öptü ve babasına uzattı. Minkubaraje ve Karvanugih merakla Ulu Adam’ın ağzından dökülecek sözleri bekliyorlardı.

Ulu Adam, ‘Ataların ruhlarıyla konuştum ancak bebeğin kim olduğunu bilmediklerini söylediler.’  Bunu duyan Karvanugih hayal kırıklığına uğradı. Ardından ‘Ey Ulu Adam, bizi böyle çaresiz bırakma. Biz bu halde nasıl yaşarız. Mutlaka bir cevabı olmalı. Bizim için uyuyup Düş Zamanı’ndaki Muçinga ile konuşamaz mısın?

‘Evlat, elbette size yardımcı olmak isterim ancak Muçinga rahatsız edilmekten hoşlanmaz ve eğer kızarsa Büyücü Kadaji’yi kışkırtıp tüm kabileye hastalık, açlık ve akıl almaz felaketleri musallat edebilir ve eğer gerçekten kızarsa tüm ruhları mağarasında hapsedip soylarımızın kurumasına neden olabilir. Bunun üzerine Minkubaraje söz aldı ve ‘Ey kadim dostum Ulu Adam, sen ki nice iyileşmez denilen hastalığa şifa, dinmez denilen  dertlere deva olmuş yüce bir insansın. İyi ya da kötü tüm ruhlar ve varlıklar sana saygı duyar. Lütfen, bu isteğimizi geri çevirme. Bize yardım et. Çocuklarımın ve torunlarımın mutluluğu, kabilemizin dirliği için buna ihtiyacımız var. N’olur bu isteğimizi geri çevirme ve bizim için uyu.’

Ulu Adam, ‘Benim iyi yürekli ve kadim dostum Minkubaraje, sizleri anlıyorum ancak Muçinga çok yaşlandı ve tüm ruhları mağarasında tutsa da ancak kendisine kurban edilen ruhlar sayesinde bu yaşlılığın önüne geçebiliyor. Ve artık kimse ona eskisi kadar çok kurban vermiyor. Onunla konuşmam karşılığında mutlaka benden bir kurbanın ruhunu isteyecek aksi halde soru sormama bile izin vermeyecektir. Ve biz de bir ruh veremeyeceğimiz için çok kızacağından az önce saydığım felaketleri üzerimize yağdırabilir.

Ulu Adamın bu sözleriyle gelen birkaç saniyelik sessizliğin ardından Minkubaraje. ‘Tamam’ dedi, ‘Öyleyse ben, kendimi kurban etmeyi, ruhumu ona vermeyi kabul ediyorum.’ ‘Hayır baba.’ diyerek atıldı Karvanugih, ‘Bunu yapmana asla izin veremem. Biz ve kabilemiz sensiz ne yaparız. Mutlaka başka bir yolu olmalı.’ ‘N yazık ki başka bir yol yok.’ diye karşılık verdi Ulu Adam. Ardından Minkubaraje ‘Olması gereken bu evlat, sizlerin mutluluğu kabilemizin dirliği için yapmam gereken bu. Ben zaten tüm hayatımı bunun için yaşamadım mı? Şimdi de aynı şeyi yapıyor olacağım. Zaten artık fazlasıyla yaşlandım. Kaldı ki son günlerde sık sık yolun sonuna geldiğimin habercisi olan rüyalar görüyordum. Demek ki yolculuğum bu şekilde sonlanacakmış. Hem sen de çok iyi biliyorsun ki bu aslında gerçek bir son değil; aksine benim için yeni bir başlangıç. Bu konu kapanmıştır, şimdi yapılması gerekeni yapma zamanı evlat.’ dedi ve gülümsedi.

Ardından Ulu Adam gereken hazırlıkları yaptı, çeşitli bitki kökleri ve sarmaşıklardan oluşan karışımı kaynattı. Hazırladığı içecekten, her yudumda Muçinga’ya saygılarını sunduğunu belirterek 3 yudum aldı ve kızıl renkli toprağa sırtüstü uzanıp derin bir uykuya daldı.

Yaklaşık bir saatin ardından Ulu Adam yattığı yerden doğruldu. Karvanugih ve Minkubaraje umut ve endişenin aynı anda yer aldığı gözlerle ondan gelecek cevabı bekliyordu.

Ulu adam derin bir iç çekerek ‘Üzgünüm Minkubaraje elimden geleni yaptım, Muçinga fazlasıyla hiddetliydi, onu ancak bir kurban vereceğimizi söyleyerek sakinleştirebildim ve konuştum.  Fakat ne yazık ki olup biteni anlattığımda o da bu duruma bir anlam veremedi ve bebeğin ruhunun kim olduğundan haberdar olmadığını söyledi. Ayrıca bu durumun Büyücü Kadaji ile bir ilgisi olmadığını da açıkça belirtti. Kendisi bilemediğine göre bunu başka hiç kimsenin bilemeyeceğini ancak yine de bunu öğrenmenin bir yolu olduğunu söyledi. Bebeğin, 17 yaşına geldiği zaman yalnız başına bir yolculuğa çıkması gerektiğini, bunun, büyük zorluklarla karşılaşacağı çok tehlikeli bir yolculuk olduğunu söyledi. Dediğine göre bu süreçte başına büyük felaketler gelebilir hatta ölebilirmiş. Ancak yolun sonuna ulaşmayı başarabilirse kendisinin kim olduğunu öğrenmesinin mümkün olabileceğini söyledi.

Minkubaraje’nin canına mal olacak olmasına rağmen aradıkları cevabı tam olarak elde edememek Karvanugih’i fazlasıyla üzdü ve sinirlendirdi. Yine de bir gün bir şekilde bu cevabı elde edebilecek olduklarını ve Büyücü Kadaji’nin bu işte bir parmağı olmadığını öğrenmek biraz olsun rahatlamasını sağlamıştı. Minkubaraje ise ona oranla halinden daha memnundu. Gülerek Karvanugihe sarıldı ve ardından omzuna tamamdır dercesine iki kez vurup ‘Görüyorsun evlat, Kadaji bu işin içinde değil. Artık rahat olmalı, karına ve çocuğuna sahip çıkmalı ve günü geldiğinde çıkacağı yolculukta başarılı olabilmesi için çocuğunu sabırla ve en iyi şekilde yetiştirmelisin. Bu sözlerden sonra Karvanugih de rahatlayıp yaşlı adama gülümsedi. Ancak tam o esnada Minkubaraje sara nöbetine tutulmuş bir hasta gibi yere yığılıp titremeye başladı. Karvanugih yardım etmeye çalıştı ancak Ulu adam ‘Ne yapsan faydasız evlat, bırak da ruhu bir an önce huzura kavuşsun.’ dedi ve Gulvingu kabilesinin yaşlı ve bilge adamı Minkubaraje çok geçmeden ruhunu Muçinga’ya teslim etti.

Karvanugih, çocuğuna, torunu uğruna ölen büyük dedesinin adını verdi ve kabilesinin yanına geri döndü. Olup biteni tüm kabileye anlattı. Ancak hemen herkes yaşlı Minkubaraje’nin ölümüne çok üzüldü ve bu ölümden bebeği sorumlu tuttu. Bu şekilde görünen birinin ancak lanetli olabileceğini ve onun kabileye kötü şans getireceğine inandıklarını belirttiler. Yaşlı Minkubaraje’ye duydukları saygıdan ötürü çocuğa dokunmayacaklarını ancak kendilerinden uzak durmasının faydalı olacağını söylediler. Bu çok garipti çünkü ayinlerde transa giren gençler, yaptıkları danslarla geçmiş varlıklara ait adımları ve hareketleri taklit ediyor, böylece o varlıkların özelliklerini kendi üzerlerinde taşıdıklarını, kendilerinin bir parçaları haline geldiklerini hissediyor ve bundan büyük bir memnuniyet ve gurur duyuyorlardı. Oysa şimdi, memnuniyet ve gurur duydukları bu özelliklere içlerinden biri gerçekten sahipken, o kişiyi lanetlenmiş biri olarak kabul ediyor ve yakınlarında bile görmek istemiyorlardı.

Aradan 12 yıl geçti ancak kabile torun Minkubaraje’yi asla kabullenemedi hatta ona, küçük ördek anlamına gelen Kumaile ismini takmışlardı. Kabile ava ve yiyecek toplamaya çıktığında Minku’yu asla yanlarında istemiyorlardı. Ayinlere ve Thuma danslarına katılmasına izin vermiyorlardı. Çocuklar onu oyunlarına almıyor, gördükleri yerde ellerini yüzlerine götürerek gaga şekli veriyor ya da parmaklarını birbirine yapıştırarak küçük Minku’nun perdeli el ve ayaklarıyla dalga geçiyorlardı. Bu duruma Minku’nun annesi ve babası dışında karşı çıkan tek kişi vardı. O da Minku’dan iki yaş büyük olan güzeller güzeli, temiz kalpli Amarina’ydı. Minku vaktinin çoğunu Şahin şarkı yolunun sonundaki Attunga tepesinde geçiriyordu. Orada saatlerce kim ve ne olduğunu düşünüyor, bazen durumuna isyan ediyordu. Tüm bu bilinmezliğin çıkacağı yolculukla son bulacağını düşünüp o günün gelmesini iple çekiyordu. Amarina da ailesinden fırsat buldukça onunla birlikte Attunga tepesine gidiyor ve birlikte uçsuz bucaksız Avustralya düzlüklerini ve günbatımını izliyorlardı. Minku, Amarina’yı çok seviyordu, ailesi dışında ona normal davranan tek kişi oydu. Ancak ona karşı beslediği hisleri onunla paylaşamıyor, böyle bir itirafın sonunda onu kaybedeceğinden çok korkuyordu.

Ve sonunda o gün geldi. Torun Minkubaraje 17 yaşındaydı. O gece yola çıkmak için tüm hazırlıkları yapmış, sabahı zor etmişti. Ancak bir yandan da çok korkuyordu. Babası ona tüm şarkı yollarını, avlanma ve beslenmeye dair bildiklerini anlatmış olsa da bunları yalnız başına hiç yapmamıştı. Ayrıca bu yolun ölümüne neden olacak kadar tehlikeli olduğunu da biliyordu. Ama bunu yapmak zorundaydı. Kim olduğunu bilmeden ve kendini kanıtlamadan yaşamanın bir anlamı yoktu. Önce gözyaşları içindeki annesiyle vedalaştı. Nikitaje oğluna son bir umutla ‘ Gitmek zorunda değilsin. Biz senin kim olduğunu biliyoruz. Sen bizim oğlumuzsun ve seni çok seviyoruz. Hiç kimseye hiçbir şeyi kanıtlamak zorunda da değilsin. Lütfen gitme Minku!’ dedi. Minku annesinin gözyaşlarını silerek, benim güzel ve iyi yürekli annem, seni asla üzmek istemem. Ancak gitmek zorundayım. Kimse için değil kendim için gitmek zorundayım.’ dedi. Sonra babasıyla vedalaştı. Babası ona ‘Sakın unutma Minku. Düş zamanı gerçektir ve ciddiye alınmalıdır. En umutsuz durumlardan bile düş zamanının yol göstericiliği sayesinde kurtulabilirsin. Onun için her şey mümkündür. Ona güven ve asla görmezden gelme.’ dedi. Minku, öğütleri için babasına teşekkür etti ve oradan ayrıldı.

Bir süre kaawa yani doğu yönüne doğru yürüdükten sonra çok uzaklardan Amarina’nın sesini işitti. Dönüp baktığında Amarina’nın Attanga tepesinden ona el salladığını gördü. Amarina ona, ‘ İyi yolculuklar Minku. Başaracağına inanıyorum. Senin için her gün doğumunda ve gün batımında burada bekliyor olacağım. Kendine dikkat et.’ dedi ve uğurladı.

Minku öğlene dek yürüdü. Güneş tam tepedeydi ve karnı da fazlasıyla acıkmıştı. Bir ağacın gölgesinde oturup annesinin yola çıkarken verdiği azığı bohçasından çıkardı. En sevdiği yemek olan güneşte kurutulmuş kanguru etini görünce çok sevindi ve yemeğe koyuldu. Her şeyin yolunda gittiğini düşünerek keyiflendi. 'Sanırım bu yolculuk umduğumdan daha kolay geçecek.' diye düşündü. Ancak tam o esnada bir hırıltı duydu. Elindeki eti sakince bırakıp arkasına döndüğünde dört dingonun salyalarını akıtarak kendisine yaklaştığını gördü. Bunlar Avustralya’nın en tehlikeli yırtıcılarından biri olan vahşi köpeklerdi. Kaçmaktan başka çaresi yoktu, son gücüyle koşmaya başladı. Dingoların ikisi bıraktığı ete yumulurken diğer ikisi Minku’nun peşine düşmüştü. Tüm gücüyle koşmaya çalışsa da perdeli ayakları yeterince hızlanmasına izin vermiyordu. Sonra karşısına çıkan Paripi nehrine yöneldi. Dingoların nefeslerini neredeyse ensesinde hissediyordu.  Nehre birkaç metre kalmışken köpeklerden biri sivri dişlerini Minku’nun bacağına geçirdi. Artık karşı koymaktan başka çaresi kalmamıştı. Hızla dönerek tüm gücüyle pençesini dingonun yüzüne indirdi ve bacağını dingonun sivri dişlerinden kurtardı. Fakat onun 2-3 metre arkasından gelen bir dingo daha vardı ve diğeri toparlanırken o da hızla üzerine geliyordu, ikisiyle aynı anda baş edemezdi. Kurtulmak için mutlaka nehre ulaşmalıydı. Son bir hamleyle Paripi nehrine ulaştı. Nehre atlayıp kendini akıntıya bıraktı ve rahat bir nefes alıp bir süre daha akıntıyla birlikte ilerledi.

Ancak sakince akan nehir birden hızlanmaya başladı. Tam dingolardan kurtulduğuna sevinirken şimdi de nehir yatağındaki dev kayalara ve hemen ardından dökülen şelaleye doğru sürüklendiğini fark etti. Akıntının tersine yüzmek zorundaydı. Neyse ki perdeli ayakları vardı ve tüm gücüyle yüzmeye başladı. Suyun kendine doğru hızla akmasına rağmen, kaygan kürkü sürtünme kuvvetini azaltıyor, yassı kuyruğu da hızlanmasını kolaylaştırıyordu. Sonunda güç bela kendini kıyıya atmayı başardı. Bitkin düşmüştü. Bir süre nehrin kıyısında dinlendi ve uyuyakaldı.

Minku çocukluğundan beri çevresinden sık sık duyduğu ve babasının da ona anlattığı Düş Zamanı’nı biliyordu ancak onunla ilgili önemli bir deneyimi olmamıştı. Her seferinde kendini bir nehrin kıyısında görüyordu ve yanında kendisiyle konuşmak için çırpınan ama asla seslerini duymayı başaramadığı bir ördek, bir kunduz, bir sus samuru, bir köpekbalığı, bir vatoz ve bir emo kuşu görüyordu. Sürekli bu rüyayı görmesinin nedeninin, doğum sürecindeki ve vücudundaki farklılıklardan dolayı herkesin ona bir ucubeymiş gibi davranması olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden tekrar edip duran bu rüyayı önemsememişti.

İşte yine aynı rüyadaydı. Aynı yer ve aynı hayvanlar. Ancak bu kez farklı bir şeyler vardı. Akan suyun sesini duyuyordu. Ardından emo kuşunun gülerek, ‘Glaginye narani karna!’ yani ‘Hoşgeldin küçük adam!’ diyerek kendini selamlamasını işitti. Şaşırmıştı, artık onları duyabiliyordu. Diğerleri de kendisini gülerek selamladı. Ardından Minku selamlarına karşılık verdi ve sordu, ‘Burası neresi? Neden buradayım? Sizler de kimsiniz?’ Kunduz öne doğru atılarak ‘Seni küçük serseri, şimdi böylemi olduk, nasıl olurda bizi tanımazsın! Hem de yüzlerce yılı seninle birlikte geçirmişken!’ Az önceki akıntıdan benim kuyruğum sayesinde kurtulduğunu ne çabuk unuttun.’ Ardından su samuru araya girdi ve ‘Sakin ol dostum. Bizi hatırlamaması normal. Dünyaya gelen ruhların geçmişi unuttuklarını bilmiyor musun? Hem az önceki kurtuluşta benim kaygan kürkümün etkisini görmezden gelemesin!’. O sırada küçük ördek,  paytak adımlarla öne doğru çıkıp perdeli ayaklarını gösterince sus samuru, ‘Ha evet bir de sen varsın tabi.’ dedi.  Ardından ‘Çekil şuradan şapşal!’ diyerek ördeği kenara iten kunduz, ‘Bunları elbette biliyorum. Yine de birlikte geçirdiğimiz onca zamandan sonra bizleri hatırlayamamasını kabullenemiyorum. Üstelik onunla halen birlikteyken!’. dedi ve ‘Bu arada dingolardan benim pençelerim sayesinde kurtulduğunu da hatırlatmak isterim.’ diye ekledi. 

‘Birlikte geçirdiğimiz onca zaman mı? Hala benimle mi birliktesiniz?’ Üzgünüm ama bu söylediklerinizden hiçbir şey anlamıyorum. Biri bana neler olup bittiğini hemen açıklasın!’ dedi Minku. Ardından emo kuşu söz alarak ‘Dinle Minku. Düş zamanında eski atalara ait ruhlar dolaşırken sadece yeryüzünü yaratmadılar. Aynı zamanda yolları üzerindeki doğmamış Aborjin çocuklarının ve hayvanların ruhlarını da toplamışlardı. Çocuklara ve bizlere ait ruhlar reenkarnasyon geçirmek ve görünür olmak için kutsal bir mağaranın ya da bir su kaynağının yanında beklemesi gerekiyordu. Ancak biz gruptan ayrı düştük ve yolumuzu kaybettik. Yüzlerce yıl bu su kaynağının yanında kayıp ruhlar olarak bekledik durduk fakat bizi bir daha bulabilen olmadı. Ve bir ruh da tek başına reenkarne olabilecek güce sahip değildi, mutlaka eski ataların ruhları gibi güçlü bir ruhun bunu yapması gerekiyordu. Günlerden bir gün senin aklına bir fikir geldi. Ruhlarımızı birleştirebilirsek belki ataların ruhları kadar güçlü bir ruh oluşturabilir ve böylece reenkarne olarak kendimizi dünyada görünür kılabiliriz diye düşündün. Bu daha önce duyulmamış bir şeydi ancak denemekten başka bir yolumuz da yoktu. El ele verip her birimiz en sevdiğimiz özelliklerimize odaklandık ve bizleri bir araya getirerek görünür kılması için Tijukapa’ya yakardık. Ayrıca eğer bunu başarabilirsek, sahip olduğun potansiyeli dünyada kullanıp açığa çıkarırsan belki her birimiz yeniden kendi bedenlerimize kavuşabiliriz diye umduk. Ve sanırım işe yaramaya başladı. Çünkü yola çıkıp özelliklerimizi kullanmaya başladığında ilk kez seninle iletişim kurabilmeyi başardık.’

‘Anlıyorum, peki şimdi ne yapmalıyım?’ diye sordu Minku. Bu kez sudan başını çıkaran köpekbalığı, ‘Şimdi yoluna devam etmelisin Minku. Ve karşına ne çıkarsa çıksın korkmadan, yılmadan mücadele etmelisin. Sahip olduğun tüm potansiyeli açığa çıkarmalısın. Bizleri ve kendini ancak bu şekilde özgür kılabilirsin ve ancak bu şekilde kendini tanıyabilir ve gerçekte kim olduğunu öğrenebilirsin. Ardından vatoz da köpek balığının söylediklerini destekledi ve coşkuyla kanatlarını dalgalandırarak ‘Devam et Minku. Artık uyan! Ve devam et!’dedi.

Minku aniden uyandı ve gördüklerinde bir gerçeklik payı olup olamayacağını düşündü. Bir an için tüm bu düşün, kabullenemediği yanlarından kaynaklandığını düşündü. Fakat ardından babasının Düş Zamanı’na dair söylediklerini hatırladı. O gerçekti ve ciddiye alınmalıydı. En umutsuz durumlardan bile düş zamanının yol göstericiliği sayesinde kurtulabilmek mümkündü. O'nun için her şey mümkündü ve görmezden gelinmemeliydi. Bunlar aklına geldikten sonra rüyasında söylenenlere dair inancı arttı.

Uyandığında neredeyse akşam olmuştu. Geceyi orada geçirip yola gündüz devam etmeye karar verdi. Çok acıktığını fark etti ancak yaşadığı hayatta kalma mücadelesi ve gördüğü rüyanın manevi ağırlığı onu yormuştu. Bir şeyler yemeliydi fakat dingoların saldırısı esnasında tüm azığını orada bırakmak zorunda kalmıştı. Ne yapabilirim diye düşündü. Nehirden balık avlamaya karar verdi ancak nehrin bu bölümünde balıklar çok ender görülüyordu. Yinede şansını deneyip suya atladı fakat tek bir balık bile göremedi. Sonra akıntının dibine, nehir yatağına doğru yüzdüğü sırada, gagaya benzeyen burnunun ucunda garip bir his algıladı. Önce bir anlam veremedi, sanki yakınlarında canlı bir şeyler vardı ve bunu burnunun ucunda hissediyordu. Bu hissi takip etmeye karar verdi. Görünürde bir şey yoktu ancak bu hissin yoğunluğuyla toprağı eşelemeye karar verdi. Ve bu kararının karşılığını lezzetli bir halkalı solucanı midesine indirerek aldı. Ardından aynı hissi takip ederek birkaç  karides ve bir tatlı su kereviti olan yabbi yakaladı. Aralarda karşılaştığı onlarca böcek larvasını da afiyetle yedi ve karaya çıktı.

Karnını, geceyi geçirmesine yetecek kadar doyurmuştu. Ancak ıslaktı ve hava da adeta buz gibi olmuştu. Avustralya böyle bir yerdi. Gündüzleri bir eti neredeyse ateşsiz pişirmeye yetecek sıcaklık, gece olduğunda donarak ölmenize neden olabilirdi. Minku, ateş yakmak için odun toplamaya karar verdi. Ancak yakınlarında bulunanlar, yakabilmek için yeterli kurulukta değildi. Nehrin kıyısından yürümeye devam etti ve kısmen daha kuru olan bir yer aradı ve buldu da. Eğilip odunları toplamaya başladı. Sonra çalıların arasından bir ses duydu. Bir an için irkildi. Ancak rüyasında korkmadan yoluna devam etmesi gerektiğinin söylendiğini hatırladı ve o tarafa yöneldi. Çalıları kenara çektiği anda dev bir timsah üzerine atıldı ve Minku’yu kolundan yakaladı. Minku ne yapacağını bilemedi. Kendisini çok çaresiz hissetti ve yolun sonuna geldiğini düşündü. Pençeleri bu timsahın kalın derisi için fazla yumuşaktı, ona zarar vermesi mümkün değildi. Timsah çenesini biraz daha kenetlediğinde canı çok yandı. Can havliyle ayak bileklerindeki mahmuzlardan birini timsaha sapladı ve farkında olmadan içindeki zehri timsaha zerk etti. Bu timsah için öldürücü bir zehir değildi ancak canını fazlasıyla yakmış olacak ki sivri dişlerini Minku’nun kolundan çıkarıp hızla nehre koştu ve kendini suya attı. Ardından eski yerine geri dönen Minku ateş yaktı ve uyumak üzere yattı.

İşte, yine aynı yerdeydi. O su kaynağının yanında. Çevresinde yine aynı hayvanlar vardı. Ancak bu kez hepsi sevinç içindeydi. ‘Başardın Minku! Başardın!’ diyerek coşkuyla çığlıklar atıp dans ediyorlardı. Minku da bu sahne karşısında neşelenmişti, neler olduğunu sordu. Emo kuşu öne çıktı ve 'Başardın Minku! Avlanırken köpek balığındaki alıcıları ve timsahın saldırısında da vatosun kuyruğundaki zehri kullandın. Potansiyelini ortaya koydun ve hepimizi özgür kıldın. Yolculuğun tamamlandı. Artık sen de özgürsün, Uyandığında kim olduğunu görebileceksin ve bizler de kendi bedenlerimizle yanında olacağız. Şimdiyse dans zamanı, hadi durma, sen de aramıza katıl!’ Minku’da bu duruma çok sevindi fakat ardından duraksayıp ‘ Bir dakika çocuklar, sanırım sevinmek için biraz fazla acele ediyoruz.’ dedi. Emo bu çıkışa şaşırarak, ‘Neden Minku?’diye sordu. Minku gözlerini devirerek çünkü senin özelliklerine dair hiçbir şey yapmadım emo!’ dedi. Bunu duyan hayvanlar birden kahkahalarla gülmeye başladı. Minku şaşırarak ve biraz da sinirlenerek ‘Hey kesin şunu, neden gülüyorsunuz?’ dediğinde tüm hayvanlar hep bir ağızdan, ‘Çünkü sen bir yumurtadan doğduuuun!’ diye bağırdılar. Ardından ise  bu şen kahkahalara ve danslara Minku da eşlik etti.

Allunga yani güneş yüzünü göstermiş, sabah olmuştu. Minku uyandı ve gözlerini ovuşturdu. Ardından yüzünü yıkamak için nehre doğru eğildi. Ancak sudaki yansımasını görünce gözlerine inanamadı. Karşısında sanki başka biri vardı. Büyük burnu ve dudakları normalleşmiş. Kürküyse kaybolmuştu. Ardından ellerindeki ve ayaklarındaki pençelerin ve  perdelerin artık yerlerinde olmadığını gördü. Üstelik tüm bu değişiklikler bir yana, inanılmaz derecede yakışıklı olduğunu fark etti. Olup bitene bir türlü inanamıyordu ancak sevinçten neredeyse aklını yitirecekti. Ayağa kalkıp zıplamaya, dans etmeye başladı, bir yandan da yanaklarından mutluluk gözyaşları süzülüyordu. Sonra aniden, kendisini birinin izlediği hissine kapıldı.

Arkasını döndüğünde o güne dek hiç görmediği ve en az eski hali kadar garip bir hayvanla karşılaştı. Ona doğru yaklaştı ve ‘Sen de neyin nesisin böyle?’ diye mırıldandı, hemen arkasından ikinci şoku yaşayacağını bilmeden. Hayvan dile geldi ve ‘Merhaba Minku, ben bir ornitorengim. Arkadaşların senin yapabildiklerini gördükten sonra bir arada yaşamalarının kendileri için daha avantajlı ve güzel olabileceğini düşünerek tam dünyaya gelecekleri anda fikirlerini değiştirdiler. Düş Zamanı’ndan, dünyada da bir arada ve tek bir bedende yaşamak istediklerine dair bir dilekte bulundular. Bu şekilde görünür kılındım ve sanırım pek de fena değiliz ha, yani değilim demek istedim. Buna alışmam biraz zamanımı alacak sanırım. ‘dedi ve gülümsedi. Ardından vedalaştılar ve ornitorenk nehre atlayıp gözden kayboldu.

Minku kabilesinin yanına dönmek üzere yola koyuldu. Gün batımında köyüne yaklaşırken gözlerini Attanga tepesine çevirdi ve orada kendisini beklemekte olan Amarina’yı gördüğünde çok sevindi. Ona doğru seslenip el salladı. Ancak bir karşılık alamadı.  Minku bunu fark edince Amarina’ya küçük bir oyun oynayarak kendisi hakkında neler hissettiğini öğrenmeye karar verdi.  Ona doğru birkez daha seslendi ve ‘ Merhaba genç ve güzel kız, ben doğudaki Akadinga kabilesinden geliyorum. Burada Minku isminde bir ucube olduğunu duydum ve merak edip görmek istediğimden yolumu bu yöne çevirdim. Gulvingu Kabilesinin yaşadığı yeri biliyor musun?’. Amarina bunun üzerine ‘Elbette biliyorum genç adam, ben de Gulvingu kabilesinin bir üyesiyim ancak sözlerine dikkat et, yoksa elimde gördüğün bumerangla hiç acımadan kafanı patlatabilirim. Çünkü bahsettiğin kişi benim sözlümdür, onu çok seviyorum ve yakında onuna evleneceğiz.’ dedi. Minku bu sözleri duyduğunda kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Bumeranga gerek kalmadan adeta mutluluktan ölecekti. Oyuna daha fazla devam edemedi, biran önce ona koşup sarılmak istiyordu. Bu kez ona, ‘Hey Amarina, beni tanımadın mı, benim Minku!’ diye seslendiğinde Amarina gözlerine inanamadı. Tepeden aşağıya heyecanla indi. ‘Minku, gözlerime inanamıyorum bu gerçekten sen misin? Sen… Sen çok değişmişsin. Ve itiraf etmem gerekir ki inanılmaz yakışıklı görünüyorsun.’ dediğinde, Minku sevinçle parıldayan gözleriyle Amarina’nın gözlerine baktı ve ‘Elbette benim Amarina ve ben de seni çok seviyorum. Karım olmanı istiyorum.’ dedi. Amarina çok mutlu oldu, Minku’yu zaten çok seviyordu ancak bu yeni haliyle ona bir kez daha aşık olmuştu.

Birlikte köye döndüler. Torun Minkubaraje başından geçenleri önce annesi ve babasına ardından tüm kabileye anlattı. Ve kabile üyeleri artık onun lanetli olmadığına karar verip büyük bir memnuniyetle aralarına kabul etti.

Amarina ile Minkubaraje büyük bir törenle evlendi ve tam 7 çocukları oldu. Minkubaraje, çocuklarına, sahip oldukları tüm potansiyeli açığa çıkarmaları için asla korkmadan, ellerinden geleni yapmaları gerektiğini, kendilerini başkalarının söyledikleriyle değil ancak bu şekilde bilebileceklerini ve gerçekte kim olduklarını öğrenebileceklerini söyledi. Ve hiçbir zaman pes etmeden yollarına devam etmelerini, en zor anlarında dahi düş zamanına güvenmelerini öğütledi. Ömür boyu sağlıklı, mutlu ve huzur dolu bir hayat yaşadılar.   


15 Nisan 2016 Cuma

BİR KADIN TANIDIM

‘Bir kadının en güzel süsü gülümsemesidir.’ Kim, ne zaman, niye söylemiş bilmiyorum ama bu cümleyi pek çok defa duymuştum. Hoş fakat klişe olan binlerce cümleden biriydi benim için. Ta ki üniversitedeki bir hocam sayesinde tanıştığım ve kendisiyle -çok değil- 2 saat kadar vakit geçirdiğim o süslü kadınla karşılaşana dek.

İtiraf etmeliyim, çok etkilenmiştim. ‘Parkta oynayan yaramaz çocukların coşkusu, baharın gelişini daldan dala zıplayarak kutlayan bir serçenin neşesi gibiydi gülümsemesi.’ demek istiyorum, ancak bu satırları okuyanlar için o gülüşü, bu teşbihlerle anlatmak en az, ‘Bir kadının en güzel süsü gülümsemesidir.’ cümlesi kadar klişe olacak diye korkuyorum. O gülüşün içime sinmesi gibi içime sinmiyor. Ne o çocuksu coşku ne de o zarif neşe, gördüğüm gülüşü ve gülüşle birlikte takınılan tavrı anlatmaya  yetmiyor. Görülmeden anlaşılabileceğini de hiç sanmıyorum.

Evet, o zarif ve süslü kadının en güzel süsüydü gülümsemesi. Çünkü onunla geçirdiğim o iki saatte fark ettim ki o gülümsemenin içinde, her tarafımızı sardığını fark edemediğimiz yaşamın tüm değer ve güzellikleri ve o değer ve güzellikleri ısrarla anlatmalarına rağmen, gün be gün unuttuğumuz tüm kelimeler vardı. Aslında ne o kelimeleri unutmak mümkündü ne de çevremizdeki değer ve güzellikleri görmezden gelerek yaşayabilmek. Çünkü bunların yeri aklımız değil kalbimizdi, vicdanımızdı ve asıl unutulan da buydu. O kadınsa bunun farkındaydı.

Elbette yaşam sadece güzelliklerden ibaret değildi. Hüzün ve acı da vardı. Ve hayatın içindeki değer ve güzellikleri fark edebilecek o kalbe sahip olabilmenin yoluysa başkalarının hüzün ve acılarını anlamaktan hatta onları bire bir yaşayabilme yürekliliğini gösterebilmekten geçiyordu. O kadın bana o iki saatte bu gerçeği bir kez daha hatırlattı.

Ulaşabileceğim birisi olsaydı, yanında olmak isterdim. Hatta tüm engellere rağmen onunla daha fazla vakit geçirebilseydim kendisine aşık bile olabilirdim. Bu engeller, kendisinin bir Güney Koreli olması dolayısıyla onunla aynı dili ve kültürü paylaşmamamız değildi. Ve itiraf etmeliyim ki kendisinin annem yaşında olması da benim için bir engel teşkil etmiyor ve bundan utanmıyorum. Çünkü o gülümseme, her yaştan, her milletten, her cinsiyetten, her karakterden insanı kucaklayabilecek bir gülümsemeydi.

Asıl engel neydi biliyor musunuz? O kadın, Güney Kore yapımı olan ve yönetmenliğini Chang-dong Lee’nin üstlendiği Poetry / Şiir isimli  filmde,  Jeong-hie Yun adlı aktris tarafından büyük bir başarıyla canlandırılan Mija karakteriydi.

Yine de ben bir kadın tanıdım. Süslüydü. Ama en güzel süsü, kalbinin aynası olan gülümsemesiydi.   

14 Nisan 2016 Perşembe

ZEUS ve HOWARD HUGHES



Mitoloji, insanların, varoluşu açıklama ve insanın varoluş içindeki yerini ve amacını anlayabilme güdüsünden dolayı yaşadığı iç çatışmalar sonucu yaptığı çıkarımlar ve bu çıkarımların aktarılabilmesini sağlayan söylencelerdir.

İnsanların, varoluşu ve onun bir parçası olan insanı yani kendilerini bilme ve anlama güdüsü, zaman içinde -bu amaçla kullanılan disiplinler ve araçlar değişse de- günümüzde de aynı iştahla varlığını sürdürmektedir.

Ben de bu yazıda, mitolojik bir karakterin çağdaş bir karakterle ilişkilendirilerek hangi niteliklerinden ötürü bu iki karakteri birbirleriyle bağdaştırdığımı ortaya koymaya çalışacağım ve bu amaç doğrultusunda -başlıktan da anlaşıldığı üzere- Zeus ve Howard Hughes karakterlerini ele alacağım.
 
Karakterlerden biri, yani Zeus, hemen hemen herkesin hakkında az çok bilgi sahibi olduğu bir isim; Howard Huges ise toplumun tamamının tanımadığı ancak yaşadığımız yakın döneme damgasını vurmuş ünlü ve ilginç bir kişidir. Bu iki karakter ve hikayeleri, birbirlerine bire bir benzemese de bir çok ortak yönleri olduğunu söylemek mümkündür. Buradan hareketle ilkin Zeus, ardından da Howard Huges hakkında benzer yönlerine ağırlık verecek şekilde bilgiler vermeyi ve son olarak bu iki karakter arasındaki benzerlikleri netleştirmeyi uygun görüyorum.

Zeus, göklerin hakimi! Kronos'un ve eşi Rhea'nın en küçük çocuğu ve oğludur. Yunan mitolojisindeki en güçlü ve önemli tanrıdır. Göklerin, şimşeklerin ve gök gürültülerinin tanrısıdır. Çoğu zaman elinde bir şimşek ile resmedilmiştir.

Başlıca sıfatları ise şöyledir: Nephetegereta: Bulutları devşiren; Homeros destanlarında Zeus'un adına en çok eklenen kalıp sıfattır. Hypsibremetes: Göklerde gürleyen. Asteropetes: Şimşek savuran.Erigdoupos: Uzaklarda gürleyen, uzaklardan gürleyen, asıl anlamı, gök gürültüsü, uzaktan duyulan, yankılanan.  (Erhat, 1996: 295)

Zeus’un, tanrıların kralı olma serüveni ise şöyle anlatılır: Toprak Ana (Gaia) Kiklopları ve Hekatonkheir'leri doğurduğu halde, Uranüs hepsini çıkar çıkmaz Gaia'nın karnına geri tıkmakta, ve böylece onu inletmektedir. Gaia bir düzen kurar ve o düzeni oğlu kurnaz Kronos'un eliyle gerçekleştirir. Uranüs'ün devrilmesiyle hakimiyet Kronos'a geçer. Tahta geçer geçmez yaptığı ilk iş, Hekatonkheirleri ve Kiklopları hapsedildikleri Tartaros'tan kurtarmak olur. Ama o da, başa çıkamadığı devleri tekrar cehenneme kapar. Kronos da kardeşi Rhea ile evlenir. Ve sırasıyla Hestia, Demeter, Hera adlı üç kızla Hades, Poseidon ve Zeus adlı üç oğlu olur. Ancak Uranüs'e yaptıklarından ötürü aynı karşılığı çocuklarından göreceğinden korkarak doğduklarından sonra çocuklarını yer. Bundan sadece Gaia'nın öğütleri ile Rhea'nın düzeni sayesinde Zeus kurtulur.

Rhea, Zeus'u yanına alarak Girit Adası'nda İda Dağı'nın tepesine çıkar. Orada Gaia çocuğu alır ve onu bir mağaranın dibine saklar. Olgunluk çağına gelince Zeus, saklandığı mağaradan çıkar. Ve savaşa hazırlanır. İlk iş olarak yer altı ülkesine gider ve Kronos'un hapsettiği kiklopları ve elli başlı, yüz kollu hekatonkheirleri serbest bırakır. Kikloplar ise buna karşılık yıldırımlarını hediye eder. Savaş, Kiklopların hekatonkheirlerle birlikte devasa büyüklükteki kayaları gökyüzündeki titanlara savurmasıyla başlar. Her bir hekatonkheir, yüz koluyla aynı anda yüz taş atabildiğinden aynı anda çok büyük miktardaki iri kayayı titanlara atarak onları geri püskürtürler. Bu esnada Zeus da şimşekleri ile Titanlara saldırır. Sonra da Kronos ve titanları gökten kovup dünyanın dibine, yerin ve denizin alt tabakasının daha da altına, Tartarus'a atar ve babası Kronos’un tahtını kazanır.
Zeus’un en bilinen özelliklerinden biri ise çapkın oluşudur. Tanrı Zeus, Yunan Tanrıları arasında en çapkın Tanrı'dır. Öyle ki çapkınlığı tanrıçaları, kadınları, nemf'leri, titanları bile kapsamaktadır. Yaptığı kandırmacalar ile herkesi elde edebilmektedir. Kız kardeşleri Hera ve Demeter'in yanı sıra kendi kızı Persephone'ye bile aşık olmuş hatta ondan Zagreus isminde bir oğlu olmuştur.  İstediği her şeyin şekline girebilen Zeus'un Leda için kuğu, Antiope için satir, Aegina için ateş, Danae için altın yağmuru, Alkmene için kocasının kılığına, Hera için guguk kuşu, Callisto için Bakire Tanrıça Artemis'in kılığına, Mnemosyne için yakışıklı bir çoban, İo için bulut, demeter için yılan, Europa için boğa oluşu kudretine en iyi örnektir. Ölümlü ölümsüz herkese aşık olabilen tanrıların tanrısı Zeus çapkınlığı yüzünden eşi Hera tarafından sürekli takip ettirilmektedir.

Gelelim Howard Hughes’a.

Howard Hughes, göklerin hakimi! ABD'li iş adamı, havacı, film yönetmeni, film yapımcısıydı ve dünyanın en varlıklı insanlarından biriydi.

Babasının asıl serveti, petrol çıkarmada kullanılan ve kendi buluşu olan bir sondaj aletinin patenti olan Hughes, 19 yaşındayken babasından miras kalan inanılmaz bir servetin sahibi oldu ve bu servete konup "Hughes Tool" şirketinin başına geçmek için, yasaların saptadığı 21 yaş sınırını beklemedi; dava açtı ve şirketlerin başına geçti. Artık tüm gelecek onundu. Birkaç yılda önemli kazanç sağlayıp 1930'da sinema, 1931'de içki sanayiine girdi. Daha sonra havacılığa yöneldi.

Ardından, iki büyük merakını birleştiren çılgın bir projeye daldı: İlk savaşta iki pilot arkadaşın serüvenlerini anlatan "Hell's Angels- Cehennem Melekleri" adlı savaş ve pilot filmi. Bu filmin olabildiğince gerçekçi olmasını, hiçbir sinema hilesi içermemesini istiyordu. Öyle ki, filmdeki uçak sahnelerinin etkileyici olması için gökyüzünün bulutlu olması gerekiyordu ve bunu en iyi şekilde tespit edebilmek için bir meteoroloji uzmanını işe aldı. Sonunda da istediğini elde etti ve bu film, perdedeki en unutulmaz hava savaşı ve uçuş cambazlığı içeren filmlerden biri olarak sinema tarihlerine geçti.

1938'de kendi düşüncesine göre hazırlanmış bir uçakla rekor sayılacak bir sürede (3 gün, 19 saat) dünyanın çevresini dolaştı. TWA Havacılık Şirketi'nin hisse senetlerinin dörtte üçünü ele geçirerek bu alanda söz sahibi oldu.

II. Dünya Savaşı sırasında top ve askeri uçak yaptı. Kendi zamanında dünyanın en büyük uçağı olan H-4 Hercules'i yaptı ve bir kez de olsa uçurdu. Tüm bu çabalar sırasında çeşitli kazalar geçirdi, bizzat kullandığı uçaklar düştü, ölümlerden döndü. Ama hep hayatta ve ayakta kalmayı başardı. 1950 yılında Howard Hughes dünyanın en zengin insanı oldu. Serveti günümüzün parasıyla 12,8 Milyar Dolar olduğu anlaşıldı.

Yaşamı boyunca film yapımcısı, yönetmen, pilot, politikacı gibi pek çok unvana sahip bulunan Hughes, tüm dünyayı dolaştı. Dönemin ünlü yıldızlarıyla başlayan ve tüm basına malzeme olan ilişkileri: Jean Harlow, Bette Davis, Ginger Rogers. Ve de üç yıl boyunca fırtınalı bir ilişki sürdürdüğü büyük aşkı Katharine Hepburn... Kendisi her zaman yeni aşklar peşindeydi. Rita Hayworth, Lana Turner, kendi keşfi olan Faith Domergue, derken güzeller güzeli Ava Gardner. Son büyük aşkı, esmer güzeli Jean Peters olduve onunla evlendi. Bu evlilik 1957'den 1971'e dek sürdü. Annesinden müthiş bir titizlik ve "mikrop korkusu"nu miras almış olan Howard Hughes, obsesif kompulsif bozukluğu nedeniyle çevresindekiler ile sürekli sorunlar yaşadı. 1958'de son kez basının karşısına çıktı, sonra tümüyle evine kapandı ve bir daha ortalarda gözükmedi. 1976 yılında, uzun hastalık dönemlerinden sonra 71 yaşında öldü. Hayatını gökyüzüne adamış bu adamın ölümü de Meksika'nın Acapulco kentinden Amerika'ya uçarken gerçekleşti.

Bu iki karakterin hikayelerine baktığımızda:

Zeus doğduktan sonra, babası Kronos’un onu yutmaması için, annesinin aracılığı ile bir mağara da saklanmış, tüm tehlikelerden uzak tutmak adına adeta karantinaya alınmıştır. Huges da temizlik takıntılı annesi tarafından, aşırı korumacı ve titiz bir şekilde, adeta karantinaya alınmış biri gibi yetiştirilmiştir.   

Zeus, babası Kronos’ un hükümdarlığını, gücünü ve zenginliğini devralmıştır. Ve bunu, yerin derinliklerindeki Tartoros’ta hapsedilmiş olan Hekatonkheirleri ve Kiklopları yeryüzüne çıkarmasıyla elde etmiştir. Howard Hughes da babasının mirasını devralmıştır ve bu miras yerin derinliklerindeki petrolü çıkarmada kullanılan ve babasının buluşu olan bir sondaj aletinin patentidir.

Zeus’un lakabı da Howard Hughes’un lakabı da ‘göklerin hakimi’ dir. Zeus’un sıfatlarından biri  olan ‘nephetegereta’, bulutları devşiren anlamına gelmektedir ve Homeros destanlarında Zeus'un adına en çok eklenen kalıp sıfattır. Devşirmek: bir araya getirmek, derlemek, toplamak anlamına gelen bir kelimedir. Hughes da, Cehennem Melekleri filmi için, bulutların bir araya geldiği bir anı elde etme adına çaba sarf etmiş, bir meteoroloji uzmanı görevlendirmiş ve istediğini elde etmiştir. Bir anlamda, o da bulutları devşirmeyi başarmıştır.

Bu iki karakter arasındaki bir diğer benzerlik ise çapkınlıklarıdır. Zeus, birbirinden güzel çok sayıda tanrıçayla birlikte olmuştur. Aynı şekilde Hughes da, güzellikleri ve şöhretleri nedeniyle günümüz dünyasının erişilmezleri yani bir anlamda tanrıçaları olan pek çok kadın aktristle birliktelik yaşamıştır.

Zeus dendiğinde akla gelen ilk isimlerden biri, Miken kralının kızı Alkmene’den olan yarı tanrı oğlu Herakles yani Hercules’tir. Hughes’un Hercules adında bir oğlu olmasa da uğruna harcanacak emek ve para nedeniyle adeta bir oğul yerine geçebilecek H-4 Hercules uçağı vardır. Bu uçak, o zamana dek yapılmış en büyük ve en güçlü uçaktır. Dünyanın en güçlü insanı olan Hercules’in ismi de ona, bu nedenle verilmiştir.

Gördüğümüz üzere, üzerinden binlerce yıl geçmiş olsa da varoluşu ve onun bir parçası olan insanı anlamak adına oluşan mitoloji, bu açıdan bizlere, hala ipuçları verebilmekte; içerdiği hikayeler ve karakterler, halen, çağımızdaki hikayeler ve karakterlerle paralellikler gösterebilmektedir. Öyle inanıyorum ki insanlık var oldukça da bu işlevini sürdürmeye devam edecektir.




KAYNAKÇALAR

https://tr.wikipedia.org/wiki/Kronos

https://tr.wikipedia.org/wiki/Zeus

https://tr.wikipedia.org/wiki/Howard_Hughes

http://arsiv.sabah.com.tr/2005/02/26/cpsabah/gnc105-20050220-102.html

Erhat, Azra, Mitoloji Sözlüğü, Altıncı Basım, Remzi Kitabevi Yayın, İstanbul, 1996
 


15 Şubat 2016 Pazartesi

KİM YAZMIŞ BU SÖZLERİ



Seneler sürer her günüm,
Yalnız gitmekten yorgunum;
Zannetme sana dargınım,
Ben gene sana vurgunum.

Başkalarına gülsem de,
Senden uzağa kalsam da,
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum.

Birçok defa işitmiştim bu dizeleri. Biliyordum bu şarkıyı. Bu ülkede doğup büyümüş çoğu insan gibi. Ama günlerden bir gün, bu dizeleri gerçek anlamda duyacağımı, sanki ilk kez benim ağzımdan dökülüyorlarmış gibi içimden çıkacaklarını bilmiyordum. Tıpkı bu dizelerin aslında Sabahattin Ali’nin bir şiirine ait olduğunu bilmediğim gibi. Bu şiirdeki gibi çaresizce ama inadına sevmem, yalnızlıktan yorulmam ama yine de bir kişiye bel bağlamam gerekiyormuş onunla tanışmam için sanki.

Öyle bir günde tanıştım Sabahattin Ali ile. Bundan altı-yedi yıl kadar önce. ‘Kim yazmış bu sözleri?’ diye bakma ihtiyacı hissettikten hemen sonra. Edepsizlik etmek istemem ama bunlar elbet ahım şahım sözler değildi. Öyle ya, ne sözler, ne şiirler vardı bu dünyada. Ama yine de farklı olan bir şey vardı. ‘Gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur.’ derler ya hani, demek gök kubbe altında yaşanmamış duygu da yoktu; ki söz dediklerimiz de yaşadıklarımızın bize hissettirdiklerinin içsel bir simya ile dışa vurulması, görünür kılınması değil miydi? Öyleydi elbet, yoksa benden yıllarca önce yaşamış birinin, kendi kelimeleriyle benim duygularımı, benim içimden çıkarıp dudaklarımdan dökebilmesinin daha başka nasıl bir izahı olabilirdi ki?

Yıllar sonra ise garip bir tesadüf ilişti gözüme. 25 Şubat’ta doğmuştu o da. İnanmazdım böyle safsatalara. Ama insanız ya işte, bayılıyor enteresan bağlantılar kurmaya, büyülü örüntüler yaratmaya. Hemen kapılmadım elbet, ayak diremeye de bayılıyordu insan böyle durumlarda. Öyle ya, bir şarkının sözleri kadar bestesi de önemliydi, insanı yakalamada. Ona da baktım. Ali Kocatepe, 25 Şubat. Aklım çelinmeye başlamıştı artık. Araştırdım Sabahattin Ali’yi, eserlerini okudum kısmen. Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan, Kuyucaklı Yusuf...

Okudukça ürperdim kitaptaki karakterlerden. Kötü şeyler düşündükleri, söyledikleri ya da hissettikleri, korkutucu kararlar aldıkları ya da korkutucu eylemlerde bulundukları için değil - kaldı ki kötücül karakterler de değillerdi. İnsana dair psikolojik çözümlemelerinin, düşündüklerinin neredeyse aynılarını ben de düşündüğüm için, söylediklerinin aynılarını ben de söylediğim için, hissettiklerinin aynılarını ben de hissettiğim için, kararlarımın ve eylemlerimin onlarla ne denli yakın olduğunu gördüğüm için ürperdim. Ve söz konusu yakınlığı, bu karakterlerin birbirlerine ne kadar zıt olduklarını görmeme rağmen sağladığımı görünce de korktum. İşin komik tarafı, o korkuları da yine o karakterlerin birbirlerinin korkularını yok ettikleri çözümlemelerle, gerçeği yüze çarpan sözleriyle yok ettim, tıpkı kimi zaman kendi korkularımı kendi sözlerimle anlamsızlaştırıp yok ettiğim gibi. Mesela bu benzerliklerden dolayı acaba bende çoklu kişilik bozukluğu mu, yoksa başka bir psikolojik rahatsızlık mı var diye kaygılandım bir ara, sonra,
Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi…’ satırlarıyla karşılaştım. Kimi zaman da korkularımı yok ettiğim sözlerimin, gönlümü eylemekten başka bir anlamı olmadığını fark ettim. Tıpkı, yirmi dokuzuma birkaç ay kala, otuza yaklaştığımı fakat hayatta hiçbir şey yapmadığımı düşünerek hayıflandığım, utandığım, üzüldüğüm ancak kötü bir şey yapmadığımı düşünerek kendimi avuttuğum zamanlarda, ‘Otuza yaklaşmaktayım… Bugüne kadar ne yaptığımı düşündüm. Bir sıfırdan başka netice alamadım. Hayatta hiçbir şey yapmış olmamak gibi korkunç ve utandırıcı bir şey var mı? Son zamanlara kadar ‘Fena bir şey yapmıyorum ya!’ der ve kendimi temize çıkarmaya çalışırdım. Fakat hadiseler gösterdi ki, fena olmayışım tesadüf eseriymiş, fırsat düşmemiş, zaruret olmamış. Nitekim hayatın ilk çelmesinde yuvarlanıverdim. İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir. Bende bu fena cevher fazla miktarda mevcutmuş. Belki herkeste var… Fakat insan olan onu söküp atmasını, yahut boğmasını biliyor… Dokunmadan bırakmak, bir gün başını kaldırmasına meydan vermek olur…’ cümleleriyle karşılaşmam gibi. Bunlar gibi daha onlarca örnek yazabilirim. Yazının başındaki ‘Eskisi Gibi’ adlı şiirini gerçekten hissedebilmeme neden olan kadını ilk gördüğümde düşündüklerimin, hissettiklerimin, Raif Efendi’nin Maria Puder’in otoportresini gördüğü zaman düşündükleriyle, hissettikleriyle ve ilk defa bir ruhu olduğunu öğrenmesiyle olan benzerliği gibi.

Aşka, sevgiye, iyiye ve kötüye, insan olarak sahip olduğumuz acziyete ve ihtişama bakış açılarımızın benzerliği, beni gerçekten çok etkilemişti. Elbette tüm insanlar benzer şeyler yaşar; benzer arzular ve korkular, benzer sorular ve cevaplar... Zannederler ki, herkes aynı dünyada bambaşka bir hikayeye sahiptir. Oysa ki hikayeler aynı, farklı olan ise dünyalardır. Ama sanki bazılarının dünyaları da, aynı olmasa bile benzer olamaz, bu yakınlık da ordan doğamaz mıydı? Sabahattin Ali’nin yarattığı dünyalarda kendimi bulmam belki de biraz bu yüzdendi. Oradan devam ettim ben de. Hayat hikayesini okudum. Çocukluğunu, gençliğini, yaşadığı sıkıntılı günleri, insana ve hayata dair hakikatleri korkmadan söyleme, mazlum Anadolu insanının yanında olma mücadelelerini... Belki de hakikate olan tutkusuydu onu Aziz Nesin’le dost kılan. Ve ‘Bir Orman Hikayesi’ isimli öyküsünü, Nazım hikmet’in övgü dolu sözlerle okurlara sunmasının nedeniydi, yerini mazlumlardan yana seçmesi.

Anladım ki dünyalarımız pek de hatta hiç de aynı değildi onunla ama dünyalarımızda yaşadığımız hikayelere bakış açımız benzerdi. Elbette bu durumu belirtmekteki amacım kendime örtülü bir paye biçme midesizliği değil. Ve bu yazıya Sabahattin Ali’yi anlatmak üzere başlasam da daha çok kendimi ön plana çıkardığım gibi bir hava sezinlenebilir. Ancak vicdanen rahatım. Kanımca tüm gerçek edebiyatçıların istediği de zaten budur; insanın kendini, duygularını, düşüncelerini tanıması, bilmesi, birey olarak kendine hakkını vermesi, ki bu şekilde o insan, yaşadığı topluma ve insanlığa faydalı olabilsin. Sabahattin Ali, ondan bahsetmeye çalıştığım bu yazıda, en az kendisi kadar kendimden de bahsetmeme neden olmuş bir edebiyatçıdır benim için. Ve ilk kez benim ağzımdan dökülürmüşçesine içimden çıkan o sözlerin sahibidir.