Bu satırlarla -çoğu
zamanki gibi- evimin küçük fakat huzurlu addettiğim odasında, kah belgesel
izleyerek kah ise kitap okuyarak vakit öldürdüğüm sıradan gecelerden birinin
sonlarına doğru karşılaştım. Devamına dair içimde bir merak uyanmıştı. Fakat
tam da o esnada, elektriklerin kesilmesiyle odam koyu bir karanlığa ve
sessizliğe gömüldü.
Yapacak bir şey
olmadığını düşünüp uyumak üzere yattım. Okuduğum satırlar hakkında bir süre
düşündükten sonra uykuya daldım. Ancak kısa süre sonra gördüğüm rüyadan
güçlükle ve kan ter içinde çıkabildim.
Rüyamda yine odamdaydım.
Her şey olabildiğince sıradandı. Ama kendimi birden, her yerin zifiri karanlık olduğu
bir boşlukta buldum. Ardından ise çok şiddetli bir deprem oldu.
Herhangi bir insan gibi ben de depremin büyüklüğünü, etrafımdaki eşyalardan ya
da en basiti, tavandaki avizeden anlamaya alışkındım. Ancak bu depremi,
etrafımın zifiri karanlık olduğu ve herhangi bir eşyaya dair dokunma, işitme,
görme gibi duyularımla elde edebileceğim bir algımın olmadığı, uzay boşluğunu
andıran bir yerde, ruhumun sarsıldığını hissederek idrak etmek inanılmaz
ürkütücüydü.
Rüya sona ermişti. Yatağımda
olduğumun farkındaydım. Uyku ile uyanıklık arasındaki o andan çıkmaya çalışırken
bu kez aynı depremi kulaklarım aracılığıyla beynimde yaratmak isteyen, kim ya
da ne olduğunu bilmediğim birinin, ‘Yeaah, every ceaser is an ecologist!’
haykırışıyla yataktan fırladım. Ses dışarıdan gelmemesine rağmen o kadar
şiddetliydi ki kalktığımda kulağım çınlıyordu. Elim ayağım boşalmış, omurgamdan
başlayıp tüm bedenime yayılan bir elektrik akımına tutulmuştum sanki. Böyle bir
korku ve acıyı daha önce yaşamamıştım.
Derin nefesler almaya ve
sakinleşmeye çalıştım. Bir süre sonra, yavaşça normale dönmeye başladım ve sakinleştim.
Hala kendimi biraz daha iyi hissetmeye ihtiyacım vardı fakat aklıma bir şey
gelmiyordu. Derken kulağıma yaşlı bir
bilgenin çelimsiz, telaşsız ancak insana huzur ve güven veren adımları misali
varan yağmur sesini fark ettim.
Bu durum beni ziyadesiyle
rahatlattı zira yağmuru oldum olası çok sevmişimdir. Hatta 'Seni hayatta neler
mutlu eder?' diye sordukları zaman, yağmur, aklıma gelen ilk cevaplardan biri
olmuştur. Bu sevgimden dolayı -gecenin kaçı olursa olsun- yağmur yağdığında
dışarı çıkıp yürüyüş yapmak, beni az çok tanıyanları şaşırtmaz.
İlginçtir, hal böyleyken dışarı çıkacak isteği kendimde bulamamıştım. Vakit sabaha karşıydı ve
belki de okuduğum o son satırların ve ardından gördüğüm rüyanın hala
etkisindeydim. Üstelik diyordum, bu yağmur beni dışarı çıkarmaya yetecek
şiddette de değil.
Ancak tam da o anda,
odamın içini, güneşi andırırcasına aydınlatan bir şimşek hasıl oldu. Bu
saniyelik aydınlık odamı terk ederken oluşan alacakaranlıkta, üçü sağında, üçü
solunda ve biri de başının üzerinde olmak üzere etrafında yedi adet kandil
bulunan yaşlı bir adam silüeti belirdi birkaç saliseliğine. Gördüğüme anlam
vermeye çalışırken bir yandan da –ilkokulda öğrendiğimden beri bende adeta bir
refleks haline dönüştüğünden- göğün gürleyeceği ana dek saydığımın farkına
ancak odamın camlarını titreten ve insanda acz, saygı, itaat ve huzur hislerini
uyandıran o sesi, dudaklarımdan yedi rakamının dökülmesiyle eşzamanlı duyunca
varabildim.
Ardından rastlantı ile
açıklanabileceğine inanmadığım bu eşzamanlılıkları anlamlı hale getirmek
istedim ve düşündüm. Nedendir bilinmez, hemen herkesin kendine yakın bulduğu
bir rakamı vardı. Kiminin iki, kiminin dört, kiminin dokuz. Benimki de buydu.
Yediydi. Doğum tarihimi, T.C. kimlik numaramı, okul ve telefon numaralarımı, tek
rakam kalana dek topladığımda çıkan sonuç yediydi. Hatta daha bir hafta önce, bunun ne kadar boş bir çıkarım olduğunu düşündüğüm gün, Placebo isimli müzik
grubunun ‘Song to Say Googbye’ isimli şarkısıyla karşılaşmıştım. Şarkıyı
dinlerken gözlerim dolmuştu ve gözlerimden yaşların düştüğü anlarda şarkıda,
Türkçe anlamıyla:
Masumiyetimiz kaybolmadan
önce
Sen onlardan biriydin
Şanslı yediyle kutsanmış
Ve beni ağlatan bir ses
Tabiat Ana’nın oğluydun
sen
Bağlantı kurabileceğim
biriydin
İğnenle zararını verdin
Kaderde alçakça bir
değişme oldu
Şimdi uyandırmaya
çalışıyorum seni
Sıvı gök yüzünden seni
çekeyim diye
Çünkü böyle yapmazsam
ikimizde en sonuna geleceğiz
Senin veda şarkınla
sözleri geçiyor ve
bilgisayar ekranına gayri ihtiyari bir şekilde baktığımda saat 07:07’yi
gösteriyordu.
Tüm bunları düşünürken az önce küçümsediğim yağmurun çelimsiz ve telaşsız sesi, gittikçe celallenerek
güçlü ve karşı konulamaz bir buyruk haline dönüştü benim için. Daha fazla vakit
kaybetmek istemedim. Bu sürecin beni nereye götüreceğinin merakıyla dışarı
çıkıp yola koyuldum.
Yağmur, beklentimin
karşılığını fazlasıyla veriyordu. ‘Ya Zeus, benim için fazla mesaiye kalmış ya
da Hera’nın kıskançlıklarının acısını gökyüzünden çıkarıyor.’ diye düşünüp
gülümsedim. Az önce evde yaşadıklarımdan sonra, normalde absürt kabul edilecek
bu düşüncelerin bir an için oldukça kabul edilebilir gelmesi de bir kez daha
sırıtmama neden oldu.
Yağmurun, yıldırımların
ve gök gürültülerinin hissettirdiği huzurun yanında, geç saatlerden kaynaklanan
boş sokakların getirdiği özgürlük hissi, yolculuğumdan aldığım keyfi bir kat
daha arttırmıştı. Yağmurun bana sunduğu hediyelerden biri olan toprak kokusu ve
ucuz fakat iş gören şemsiyeme düşen yağmur damlalarının ezgisi eşliğinde
yürüyordum.
Ara ara, yaşadığım
mahalle Bağlar’ın, Daidalos’un labirentini andıran bu ıssız ve karanlık
sokakları, evde yaşadıklarımı aklıma getirip beynimi olumsuz düşüncelere sevk
etmeye çalışsa da evden çıktığımdan beri, mevcut ezgi ve toprak kokusundan
eğirilmiş bir iplikle yürümem, kendimi kaybetmeden yoluma devam etmemi
sağlıyordu.
İki duyumu koruma altına
alan bu iki güzellikle yoluma devam ettim. Sonunda şehrin merkezi yerlerinden
biri olan Üniversite caddesine çıktım. Neyse ki üçüncü duyuma talip olan Minotor
değil, şehrin yapay ve renkli ışıklarıydı. Bunlar, bazen, uhrevi yanı
arttırılmak için süslenmiş bir caminin yeşil ve mavi spot ışıkları bazen de
ayyaşların ya da uyku düzeni bozuk kişilerin karınlarını doyurmaya uğradıkları
bir çorbacıdan yayılan, albenisi bol kırmızı neon ışıklarıydı.
Sanki her bir foton,
gecenin karanlığına ve ortamın sakinleşmesine karşı Apollon tarafından atılan
birer ok gibiydi. Elbette gecenin kaotik karanlığı, yıldızlarla dalgasını geçen
uzay boşluğu misali baskındı fakat onların yıldızları anımsatan bu direnişi
ilgimi çekmiş, hoşnutluğumu ve takdirimi kazanmıştı. Adeta her biri, renksiz
gün ışığının içerdiği yedi renkten birini sahiplenerek üzerine düşen görevi
yapmakta ve gün ışığını temsil etmek için çabalamaktaydı. Bu durum, aklıma ister
istemez, etrafında yedi kandilin bulunduğu yaşlı adam silüetini ve ardından yedi
rakamıyla ilgili düşündüklerimi getirdi. Belki de bunlar, bir çoğumuzun değersiz
gördüğü ancak az önce hoşnutluğumu ve takdirimi kazanmış ve kendi adıma da pay
çıkarmama neden olmuş bu yapay ışıklardan çıkaracağım ders için gerekli
öncüllerdi.
Bu değerlendirmenin
kendimi iyi hissettirdiği açıktı ancak bu yapay ışık hüzmeleri ufak lezzetler
sunsa da gün ışığının, -renksiz görünmesine rağmen- hayatın tüm renklerini
içinde barındırdığını bilirmişçesine dünyanın tüm renklerini gözümüze, oradan
da beynimize ve bize taşımasının tadını vermiyordu. Fakat bunun -bir süre için
de olsa- dağılmaya yüz tutmuş bir sorun olduğunu, caminin minaresindeki
hoparlörden gelen sesle hatırladım.
Hoparlörden gelen bu ses,
gecenin spot ve neon ışıkları gibi yapay olsa da insanlığın bilinmeyen
gerçekliğe atfettiği anlamlarla oluşturduğu kültürün ürünüydü ve bu ses az
sonra, bilinen, maddi gerçeğin gözler önüne serileceğinin habercisiydi. Haberin
göğe uzanan minarelerden veriliyor olması da bende gökyüzüne yakın olma isteği
uyandırdı. Bu uyarıyı aldıktan sonra, söz konusu gerçekliğin aydınlanış anına
ve bu anı oluşturan unsurlara daha geniş açıdan bakmak istedim. Bu düşünceden
hareketle, yaşadığım yerde bir dağ, tepe ya da piramit olmadığından şehre daha
geniş bir plandan bakabileceğim en uygun yere, İsmet İnönü caddesinin en yüksek
olduğu noktaya gittim.
Arkamda, gündüz
vakitlerinde hücumuna uğradığı Eskişehir halkıyla yaşadığı coşkunun
yorgunluğunu atmaya çalışan alışveriş merkezi Espark; önümde ise binlerce
insanı ve yanlarından ayıramadıkları hikayelerini, o şehirden bu şehire taşıyan
trenlerin ana duraklarından Eskişehir Tren Garı vardı.
Tan kızıllığı, rayların
uzandığı ufukta, yaklaşan güneş treninin gelişini haber verircesine
belirmeye başlamıştı. İnsanların çoğu uykudayken bu uyarıyı dikkate alma
görevini gökyüzündeki mesaisine başlamış kırlangıçlar, elektrik tellerindeki
güvercinler ve ağaç dallarında oradan oraya zıplayarak dans eden serçeler
üstlenmişti. Her biri heyecan ve telaşla yeni günü kendi dillerinde
selamlıyordu ve söyledikleri şarkıların ezgisi, Apollon’u kıskandıracak
güzellikteydi. Belki de bir tanrının kendilerine bahtsız Marsyas muamelesi
çekeceğini mümkün görmemelerinin özgürlüğüydü ezgilerini böylesine güzel kılan
ve ötekileştirilmelerine aldırmayan kargaların dahi, adeta güzeli ayırt
edebilmemizi sağladıklarını bilmelerinin güveniyle bu seremoniye eşlik
etmeleriydi bu güzelliği fark etmemi sağlayan.
Kızılı beyaza çeviren
güneşin ilk ışınları -yola çıkmalarından sekiz dakika sonra bana ulaşmalarına
rağmen- tazeliklerini ve sıcaklıklarını fazlasıyla koruyorlardı. Beni, çevremdeki
gerçeklikle buluşturmak üzere yola koyulan bu sarı-sıcak ışınlar, güneşin
sıradan işlerine alet olsalar da onların, görevlerine adanmışlıklarını ve bu
görevi yerine getirmelerindeki heyecanlarını, mevcut tazeliklerine ve
sıcaklıklarına tanıklık ederek hissettim. Bu algı, onlara olan hayranlığımı bir
kat daha arttırdı.
O sırada, onlara hayran
olan sadece ben değildim. Yine çoğu insan tarafından sevilmeyen ancak bana son
bir saattir güzel anlar yaşatan o kasvetli yağmur bulutları da görevlerini
tamamlamalarının verdiği tatmin ve güneş ışınlarına duydukları saygıyla yavaş
yavaş dağılmaya başlamıştı. Sanırım, Zeus ve Hera barışmıştı. Sahne artık
Helios’un iki tekerlekli arabasıyla çektiği güneşe aitti. Güneş, tüm iç
hesaplaşmaları sonucunda oluşturduğu -ki bu gerçek anlamda 10 milyon yıl
sürmektedir- olumlu çıkarımlarını bir an önce dört bir yana saçarak tüm
insanları, hayvanları, bitkileri, kısacası etki alanına giren tüm unsurları aydınlatmayı
kendine şiar edinmişçesine yavaş ama emin adımlarla yükselmekteydi.
Ben de yükseklere baktım.
Ve gökyüzünden koca bir nefesi ciğerlerime buyur ettim. Sonra da ağaçları
ziyaret etmesi için arda kalanları gönül rahatlığıyla uğurladım. Kötü başlayan
gecenin sonunda iyi hissediyordum. Ancak birden, bu hissi baltalamaya çalışan
düşünceler zihnime hücum etmeye başladı.
Ne oldu ki şimdi?
O gerçeklik nerede hani?
Bırak avutmayı kendini!
Karanlıktır karanlık,
Ve aydınlık da aydınlık.
İyiler ödüllenir,
Kötüler cezalanır,
Sen iyi değilsin!
Sen kötü birisin!
Yanlışlara yer yok,
Doğru insan değilsin!
Kazanmak istiyorsan
Yanlışa sövmelisin!
Artık bunu kabullen,
Elbet kaybedeceksin!
Bir anda düşüncelerim
tarumar olmuş, iyi hislerim sağa sola kaçışmaya başlamıştı. O hislerle beraber
ben de bir yerlere kaçıp saklanmak istedim. Ancak yapmamalıydım, yapamazdım.
Tüm bu gecede yaşadıklarımın bir anlamı olmalıydı. En başa dönüp her şeyi
yeniden gözden geçirmeli, bulabildiklerim ile bu olumsuz düşüncelere karşı
direnmeli, mağlup etmeliydim.
Derken gördüğüm rüyayı ve
onun öncesinde okuduğum satırları hatırladım. Rüyamdaki ses, bana, her Sezar'ın
bir ekolojist olduğunu haykırmıştı. Ne demekti bu? Sezar, bir imparator; daha
fazla toprak, para ve güç için insanları katletmekten kaçınmayan eli kanlı bir
diktatördü. Ekolojist ise neredeyse paranoya ve trans halinde dolanıp ‘Acaba bu
davranışım doğaya zararlı mı, nefes versem karbonumla dünyaya zararlı olur
muyum?’ diye çırpınan ve olgulara doğa merkezli bakış açısıyla yaklaşan düşünce
akımını savunan bir kimseydi. Nasıl olur da birbirlerinin yerini tutabilirlerdi?
Ardından, okuduğum
satırları hatırladım. Yazar, karanlığı ve geceyi, adeta gündüz ve aydınlık
kadar değerli görüyor, tarih boyunca ona haksızlık edildiğini, kurban muamelesi
gördüğünü, halbuki onun, dengede olmamızı sağlayan çok önemli bir unsur
olduğunu söylüyor, onu neredeyse kutsuyordu. Bu da tıpkı rüya gibi garipti.
Daha sonra, gecenin
devamında yaşadıklarımı düşündüm. Yaşadığım korku, kendimi kötü hissettirerek
beni dışarı atmış, dışarıdaki yağmur sesi ve toprak kokusuysa iyi hissettirmişti.
Karanlık, ıssız ve labirentvari sokakların sonunda, renkli ve ışıl ışıl bir
caddeye çıkmıştım. Bu ışıklar, yapay olsalar da beni etkileyerek güzel
düşüncelere sevk etmişti. Yaşlı adam silüeti ve paranoyakça anlamlar çıkardığım
yedi rakamı, başta, ürkmeme ve rahatsız olmama neden olsa da sonrasında, yedi
rengi barındıran ışığa atıf olmalarıyla bende bir sorumluluk bilinci uyanmasına
yardımcı olmuştu. Gün doğarken kuşların o muhteşem ezgilerinin farkına daha iyi
varmamın nedeni, kargaların kötü seslerine rağmen takındıkları cüretkar
tavırdı. Ve daha aklıma gelmeyen birçok güzel anın altında kötü bir an vardı.
Yine birçok iyi andan sonra da kötü bir an yaşamıştım. Tıpkı az önce, en
huzurlu hissettiğim anda, zihnime hücum ederek mevcut huzuru baltaladığını
söylediğim düşünceler gibi.
Okuduğum satırlar ve
rüyam açıklığa kavuşmuştu. Bunun kabulü, kabul edilse bile bu anlayışla yaşamak
elbette zordu. Ancak:
Olan olmuştu şimdi!
O gerçeklik her yerdeydi.
Avuntu değil benimki.
Aydınlıktır karanlık,
Ve karanlık da aydınlık.
İyiler de cezalanır,
Kötüler de ödüllenir!
Ve ben iyi biriyim!
Ve kötü de biriyim!
Yanlışlarıyla vardır,
Doğru insan dediğin!
Ve kazanmak istiyorsan
Kendini bilmelisin!
Kabullenmeden önce sen,
Yaşayıp görmelisin!
O an dilimden dökülen bu
dizelerden sonra içimdeki bütünlük ve dinginlik hisleri eşliğinde evimin yolunu
tuttum. Yaşattıkları tarifsiz mutluluklar ve güzellikler ve altından
kalkamayacağımı düşündüğüm tüm çöküşler için varoluşa ait tüm somut ve soyut
parçalara, iyiye ve kötüye derin bir minnet duydum. Bu minnetin karşılığını,
ancak onlar kadar varlık nedenime uygun davranırsam verebileceğimi düşündüm. Geceleri
mağaralardan, zindanlardan çıkardığım yanlarımın, gündüzü de hak ettiğini
anlayarak gündüze ait maskelerimi kırıp atmaya ve hayatın gerektirdiğini
düşündüğüm sahte tavırları yok ederek olduğum gibi yaşamaya karar verdim.