14 Şubat 2015 Cumartesi

SISKA ADAM



Karanlık çöktüğünde sıska adam pardösüsünü bankın üzerine atıp sessiz sokakta derin bir nefes aldı. Soğuk hava ciğerlerine girdi ve bir süre orada asılı kaldı. Hava çoktan kararmıştı ve hafif hafif kar yağıyordu. Sıska adam bir sigara yaktı. Tütünün ciğerlerinden süzülen dumanı, adamın yarılmış kaşının üzerine oturdu ve orada öylece geceyi izlemeye koyuldu. "Yok olmak için bu kadar çaba sarf etmek ha!" dedi kendi kendine sıska adam. Beklediği otobüs o gece de gelmemişti.

Zaten gelmesi de mevcut halde, yani bilinen evrenin kurallarına göre imkansızdı zira gideceği yerden hiçbir zaman emin olamamıştı. Ama o hiçbir zaman bilinen evrenin kurallarına göre haraket etmemişti daha doğrusu istese de edememişti. O türde bir hayat yaşamayı hiçbir zaman içine sindirememiş, bunca yıldır kendisini bunun için çok zorlasa da -bazı bünyelerin tükettikleri bazı yiyecek ya da içeceklere reflektif tepkiler vererek istifra etmeleri gibi o da- her defasında bilinen kurallara dair düşüncelerini hatta kendisini zorlayıp ilk adımını attığı eylemlerini dahi nefesini dakikalarca tutmuş bir insanın can hıraş bir şekilde nefesini verişi gibi kusarak başa dönmüştü.

Bu yüzden kendisini yargılamadığı, kendisine en ağır ithamlarda bulunmadığı hatta bazen savunma yapmayı dahi kendisine hakir gördüğü zamanlarda  bile ‘Taktir yüce mahkemenindir.’ diyerek kendisini kah sürgüne yollamadığı kahsa kalemini kırmadığı bir günü bile olmamıştı. Ama ne fayda! En ateşli savunmaları da en samimi sessizlikleri de ne verdiği hükümleri uygulanır kılıyor ne de hafifletici nedenlerle salıverilmesinin hakkını verebiliyordu. Kendisini her defasında benzer iddanamelerle yüzleşirken bulmaktan hiçbir şekilde kurtulamıyordu.

Aslında o, bu fasit çemberin dışındaydı; her şeyi gözlüyor, tüm gerekli çıkarımları yapıyor ve bunları idrak ediyordu ancak çemberin dışında olmak çemberden kopabilmek anlamına maalesef ki gelmiyordu; gelemiyordu. Çemberin içindeki bu kısır döngülü dünyaya öylesine bağlanmış öyle özümsemişti ki mevcut tek düzeliğin içinde yarattığı anlam dünyasının sadece kendisine görünen çeşitliği ve zenginliği, onu çektiği tüm sıkıntı ve acılara rağmen büyülüyor ve bu tesirden bir türlü kurtulamıyordu.

Sıska adam, ateşin izmarite ramak kaldığı sigarasından  -alacağı tad konusunda bir an için tereddüt etse de- bir nefes daha aldı ve izmariti oturduğu bankın tahtalarından en arkada kalanının alt kısmına bastırarak söndürdü. Bu eyleminden anlaşılacağı gibi anksiyetik ve obsesif bir karaktere sahip olduğu aşikardı zira kendisi de obsesyonla bağdaştırılabilecek her eylemini daha doğrusu her eyleminin obsesif olup olmadığını sorgulayan bir insandı. Bu sorgulamanın nedeni obsesyonlarının kompülsyona dönüşmesini engellemek üzereydi elbette ama ‘Bu sorgulamaya yönelik ayırdığım vakit ve bu süreçteki düşünme halim de mevcut obsesyonlarımı kompülsyona dönüştürmek anlamına gelmiyor mu ki?’ diye aklından ister istemez geçiriyordu her defasında.

Yine de yaptığı eylemin yaratacağı vicdani sıkıntının, bu sorgulamalardan çok daha ağır olduğunu düşünerek hareket etmeye devam ediyordu. Öyle ya, bir sigarayı kamu malında söndürmek, binlerce insanın vergileriyle yapılan bir mala zarar vermekti. Bu sıska adam için büyük bir azaptı. Mevcut sistemdeki haksız düzende alın teri akıtarak, gerek kendisi, gerek ailesi adına yaşam mücadelesi veren binlerce insanın emeğinden bir parça alınarak yapılmaktaydı bu banklar. O yüzden zarar düzeyini en alt seviyede tutmalı, zarar aynı olsa da görünülürlüğünü en alt seviyeye indirmeliydi; ki en azından, insanların bunu görerek hissedebilecekleri olası rahatsızlıkların önünü bir nebze de olsa kesebilsin.

Derken sıska adam birden bire gülümsedi; çocukluğunu hatırlamıştı bir an için. Babasını örnek alarak burnundan çıkardığı tatakları koltuğun altına sildiği ve annesinin, babasının bu eylemine çok kızdığını bilmesinden dolayı, olası buluşmadan habersiz bir el ve kendi dünyasında yarasavari yaşayan bir tatak arasında oluşabilecek en düşük ihtimalli vuslat mekanlarını seçmeye çalıştığı gelmişti aklına. Sonra yüzündeki tebessüme  -her zamanki donuk halini aldatmaktan korkarcasına bir kaçamaklıkla- eşlik eden gülen gözleri, tam olağan donukluğuna dönmek üzereyken, bir şeylerin farkına varmış bir bilincin işaretini veren gözler haline geldiler. ‘Belkide…’ dedi, ‘Belkide, sigaranın söndürülebileceği en uygun yeri belirlemedeki bu hassasiyetimin temelinde -az önce tebessümle andığım-  çocukluğumdan kalma bu sümük-kanepe ilişkisi vardır.’.

Bu çözümleme birkaç saniyeliğine de olsa sıska adama huzurumsu bir his yaşatmıştı. Gerçi bu hissin yabancısı değildi zira insan –dolayısıyla kendi- psikolojisiyle rasyonel anlamda ilgilenmeye başladığı zamanlardan beri  -yani yaklaşık 10 yıldır- günlük hayatındaki düşüncelerinin, davranışlarının ve herhangi bir duyusu aracılığıyla algıladığı herhangi bir kavramın aklında ilk oluşturduğu çağrışımlarının hatta anlık hislerinin dahi nereden -ve hangi yaşanmışlıkların karşı konulamaz emirlerine uyarak- geldikleri hakkında sorguluyordu kendisini. Doğru cevapları elde etme konusunda da -özellikle son yıllarda- fazlasıyla mesafe kat etmişti. Ancak bu ve benzeri huzurumsu hislerin yaşanmasını sağlayan çözümlemelerin oluşmasını mecbur kılan sorunların, geçmişe, ana ve hatta geleceğe dair yapıtaşları o denli fazlaydı ki başta keyif ve huzur veren bu his, yerini giderek otomatikleşen eylemlerin hissizliğine bırakmaktaydı.

Son zamanlarda, canını en çok sıkacak unsuru da bu hissizlik hali olarak tanımlıyordu ancak bu tanımlama tamamen nesneldi. Bu hissizliğin kendisinde herhangi bir endişe uyandırmayışı bir an için ilginç gelse de endişe edebilmesi için hislerine ihtiyacı olduğunu ve düşün dünyasında bu ve benzeri paradoxlarla ne kadar çok yüzyüze geldiğini düşündü. Bu düşünce onda herhangi bir biliş hali ve bu bilişten hareketle yeni bir yola girme güdüsü uyandırmamıştı zira o güdünün benzerlerini yüzlerce kez yaşamış ancak hepsi kısa ömürlü olmuştu. Yani sıska adam bu farkındalığına dair de yeter miktarda duyarsızlığa hali hazırda sahipti.

Ardından, yorgun hissetmesi gereken anlardan birini daha yaşadığını kendine hatırlattı. Hatırlattı çünkü o zaten her zaman yorgundu. Ara ara bu yorgunluğunu kendine hatırlatması, tekdüze hayatındaki rutin eylemlerden biriydi sadece. Zamanında, bu hatırlatmaları, kendisini harekete geçirici bir unsur olarak görüyordu ve işe yarayacağına da gerçekten inanıyordu. Ama bu inancını kaybedeli de çok ama çok uzun zaman olmuştu. Bu hatırlatmalar, uzun zaman önce hangi buluşmalara ya da hangi iş görüşmelerine vaktinde yetişebilmek için kuruldukları unutulmuş ancak ilgisizlik ve üşengeçlikten bir türlü iptal edilmemiş ya da yeni bir vakte kurulmamış bir çalar saatin, her gün devam eden ve hiçbir tepki alamayan beyhude çığlıklarından başka bir şey değildi.

Yine de bu çığlıkların -saatin amacına özgü olmasa da- hala bir işlevi vardı. Sıska adamın eli, pardösüsünün iç cebine doğru uzandı. Metal renginde, üzerinde herhangi bir işleme olmayan, sıradan fakat iş görür matarasını çıkardı. Kapağını bir kaplumbağanın telaşsız yürüyüşü kadar sakin bir tavırla açtı ve viskisinden uzun bir yudum aldı. Ardından eli pardösüsünün diğer cebine uzandı ve kabaca sarılmış hatta bir kısmının paketin dışında kalmasından dolayı cebinde biriken pamukçuk ve -hangi bardan ve ne zamandan kaldığını hatırlamadığı- fıstık kabuklarının yapıştığı çikolatasını çıkardı. Bu davetsiz misafirleri üfleyerek uzaklaştırdığı kısımdan bir barça koparıp ağzına attı. Pahalı bir çikolata değildi ama sıska adama göre  viskiye eşlik edebileceklerin en iyisiydi zira bir çok denemeden sonra fiyat-kalite eşgüdümünde en idealinin o çikolata olduğuna kanaat getirmişti. Elbette tükettiği viskide de benzer denemeler sonucunda karar kılmıştı. Belkide, bu kararsız ve takıntılı adamın en doğru tercihleriydi bunlar. Fakat bu tercihlerin kendisi dahil hiç kimseye dişe dokunur bir fayda sağlamadığının da farkındaydı. Buna rağmen bir insanın zamanını öldürme şeklinin bile kaliteli ve mantıklı olmasından yanaydı.

Evet, amaçsızca kurulu kalmış saat işlevini yerine getirmiş sıska adam viskisinden aldığı uzun yudum ve ağzında eriyen çikolatanın tadıyla, sürekli kapısına dayanıp cebir ve şiddetle haraç aldığı, iliğini kemiğini kuruttuğu, ocağına incır ağacı diktiği beynine bir iki adet dopamin salgılatmıştı. Kaldı ki istediği de bundan fazlası değildi zira fazlasını imkan dahilinde görme düşüncesini terk edeli çok olmuştu.

Güç bela elde ettiği dopamini bir miktar plasebo etkisiyle canlandırmak adına bir sigara daha yaktı sıska adam. Nikotinin anlamlı hale gelebilmesi için sigarasından bir iki saatliğine uzak kalması gerektiğinden, yakyığı sigaranın, mevcut tüketim sıklığında plasebodan başka bir işlevi yoktu. Önce, sigaranın yavaşça ilerleyen ateşinin, ayak parmaklarının en ucunda sona ermesinin getirebileceği huzura dair saliselik bir düşünceyle hızlı ve derin bir nefes aldı sigarasından; ardından, aldığı nefesi henüz vermemişken sigarayı burnuna yaklaştırıp genzini delmek istermişçesine derin bir nefes daha çekti.

Çoğu insana göre yadırganacak bu eylem, aslında onu tam anlamıyla özetliyordu. Sıska adam biraz hedonist, biraz mazohist fazlasıyla da bağımlı bir karaktere sahipti. Bu nedenle kendisine zevk ve acı verici hangi bağımlılığı olursa olsun, ondan azami verimi almak kendisi için kaçınılmazdı. Çektiği acılardan kurtulmak adına zevke, aldığı zevkleri haketmedini düşünerek acıya sürüklüyordu kendisini. Aslında, kendisine dair tüm çözümlemelerinde olduğu gibi, bunun da uzun zamandır farkındaydı. Başlarda bunun yanlış ve değiştirilmesi gereken bir davranış kalıbı olduğunu düşünse de zaman içinde tüm olumsuz yanlarına giydirdiği kılıflardan birini bu davranış kalıbına da ‘Bu çatışma beni düşünür ve üretir kılıyor.’ adı altında giydirmişti. Hatta, bu kılıfı, her ne kadar inanmadan taşısa da -bir zamanlar okuduğu- Dostoyevski’nin hayatını anlatan bir kitaptan kendine pay biçerek ‘ O da yaşamı boyunca dualitenin tavında dövüldü ve bu şekilde Dostoyevski oldu.’ diyip kendini avutmaya çalışıyordu.

Sıska adam boşlukta kaybolmuş gözlerini toparladığında ateşinin parmaklarına yaklaştığı sigarasının düşmek üzere olan külünü fark etti. Bir önceki sigarasında elde ettiği çözümlemelerin verdiği cesaretle sigarasını rasgele yere fırlattı. Elbette, bu çözümlemelerin ardından gelen zıt kutuplu eylemler, ilk anda, rahatlama sağlasa da peşinden sürüklediği ‘Acaba!’lar bu rahatlamaları yok edip yapılan çözümlemeleri geçersiz kılıyordu.

Bir kısmı yerdeki çamura bulanmış, kalan kısmı da banktan düşmek üzere olan pardösüsünü alıp omzuna vuran sıska adam yönünü karanlık sokaklara doğru çevirdi ve nereye gideceğini bilmediğinden dolayı bir türlü gelmek bilmeyen o otobüsü, yarın nerede bekleyeceğinden habersiz bir şekilde gözden kayboldu.


Not: Tanıdığım ya da tanımadığım insanlardan az ya da çok devamını getireceğimi söyleyerek, bir cümle ya da paragraf istiyorum. Bu yazının ilk paragrafını bana yollayan Göktuğ Canbaba'ya teşekkür ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder